Telkin Nedir?
Hipnotizmayı (hypnotism) yaygınlaştıran İngiliz hekim James Braid, hipnotizmacının bir jest ya da sözcük aracılığıyla öznenin otomatik itaatini tetiklediği deneyleri tanımlamak için “telkin (suggestion)” terimini kullanan ilk kişidir. Yaklaşık 1860 yılında Ambroise Liébeault, telkini terapötik amaçlarla kullanmaya karar verdi: otoriter ya da iyi niyetli bir biçimde formüle edilen emirler, hipnozu ve terapötik süreci tetiklemeye yardımcı olacaktı. Hippolyte Bernheim bu anlayışı genişleterek telkinin açıklayıcı bir gücü olduğunu öne sürdü. 1891’de telkini, “bir fikrin beyne yerleştirilmesi ve onun tarafından kabul edilmesi eylemi” olarak tanımladı. Bernheim’a göre, uygulayıcı tarafından sözel biçimde telkin edilen bir düşünce, “inanırlık (crédulité)” niteliğine sahip bir öznenin zihninde bir temsile-yapışma (representation-adherence) tepkisini tetiklerdi. Engellenmediği takdirde, bu düşünce eyleme dönüşme eğilimi göstermekteydi (“ideo-dinamizm (ideo-dynamism)”).
Bernheim, bazı öznelere kıyasla bazılarının telkine daha yatkın olduğunu gözlemlemiş ve telkine yanıt verme yetisini tanımlamak için “telkine açıklık (suggestibility)” terimini kullanmıştır. Jean-Martin Charcot’nun aksine, Bernheim bunu patolojik bir durum olarak değil, herkeste farklı derecelerde bulunan genel bir psikolojik olgu olarak değerlendirmiştir. Böylece telkin, hem hipnozu hem de öğrenme sürecinin, bir inanca bağlanmanın ve benzeri süreçlerin mekanizmasını açıklamaya yardımcı olmaktadır.
Gabriel de Tarde, Les Lois de l’imitation’da (1890) ve Gustav Le Bon, La Psychologie des foules’da (1895), telkini bir toplumun ya da kalabalığın temelini oluşturan, iki ya da daha fazla kişi arasındaki bağı tanımlamak için kullanmışlardır. Bernheim için ise hipnoz, yalnızca terapötik telkine açıklığı kolaylaştıran bir araçtı; telkin temelli psikoterapiler uyanık durumda da uygulanabilirdi. Hipnozun telkinle özdeşleştirilmesi ise Liébeault’nun, özellikle de Charcot ve onun takipçilerinin eleştirilerine yol açmıştır.
Nancy Okulu’ndan doğan ve sözcülüğünü Bernheim’ın üstlendiği bu akım sayesinde, tüm Avrupa telkinle ilgili deneylere, tedavilere ve modellere ilgi göstermeye başlamıştır. “Telkin edilmiş (suggested)” suçlar üzerine deneyler yapılmış ve bu durum kuramsal, etik ve hukuksal tartışmalara yol açmıştır. Telkinle yapılan deneyler kaygıyla karşılanmış olsa da, telkinin terapötik kullanımı büyük bir umut yaratmıştır. Telkinin, organik hastalıklarla ilişkili ağrı gibi belirli semptomları ortadan kaldırabileceğine, ayrıca histeri, cinsel yönelim bozuklukları ve alkolizm gibi “sinirsel bozuklukları (nervous disorders)” iyileştirebileceğine inanılmıştır.
Telkin, hem bir tedavi yöntemi hem de bir kavram olarak, birçok uygulayıcı tarafından çeşitli soru ve eleştirileri beraberinde getirmiştir. Bernheim, bazı öznelerin “doğrudan telkin”e (direct suggestion) karşı direnç gösterebildiklerini belirtmiştir. Bu gibi durumlarda doğrudan bir buyruk vermek yerine, hastaya hiçbir şey yapılamayacağını ve sorunun kendiliğinden iyileşeceğini söylemek daha uygun olur. Bu bağlamda Bernheim, “dolaylı telkin (indirect suggestion)” kavramından da söz etmiştir; bu ifade, Charcot ve onun okulunda da benzer bir anlamda kullanılmıştır.
Belçikalı Joseph Delboeuf, ototelkin [otohipnoz] (auto-suggestion), direnme kapasitesini ve hastanın iradesini vurgulamıştır.
Nancy Okulu’nun bir üyesi olan Hollandalı hekim Frederik Van Eeden de, telkin temelli psikoterapinin, hekim ile hasta arasında iş birliğini gerektirdiğini ve hastanın özerkliğine olabildiğince saygı gösterilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Pierre Janet, telkin kavramına verilen aşırı geniş anlamı eleştirmiş ve 1889’da yayımladığı L’Automatisme psychologique adlı eserinde daha sınırlı bir tanım önermiştir: “Bir kişinin, gönüllü rızanın aracı olmadığı durumlarda, bir başkası üzerindeki etkisi.” Aynı zamanda, hayvan manyetizması (animal magnetism) ile ilişkilendirilen eski bir kavram olan “bağ (rapport)” düşüncesini de yeniden gündeme getirmiştir.
İsviçreli hekim Auguste Forel, telkin sözcüğünün taşıdığı belirsizliğe dikkat çekmiştir; çünkü bu terim hem uygulayıcının buyruğuna dayalı bir terapötik yöntemi hem de öznenin bir başkasının etkisine yanıt vermesine yol açan bir ruhsal süreci ifade etmektedir.
Freud’un 1895 yılında hipnoz ve telkin üzerine yazdığı makaleler, onu yukarıda özetlenen eleştirel akımın içine yerleştirir. Freud daha sonra telkini hem terapötik bir uygulama hem de psikolojik bir açıklama biçimi olarak terk etmiştir. Bununla birlikte, Psikanalize Giriş Dersleri’nde (1916–17a) “tekniğimizde hipnozu terk ettik ama telkini aktarım biçiminde yeniden keşfettik” (s. 446) diyerek bu ilişkiyi açıkça dile getirmiştir. Her ne kadar telkinden vazgeçebilsek de, süreçle ilişkili sorunlar varlığını sürdürmüş ve aktarım olgusuna kaymıştır. Freud, 1921 yılında hipnoz ve telkin konusuna, ayrıca telkini toplumsal bağın bir modeli olarak ele alma meselesine geri dönmüştür.
Günümüz hipnoz tekniklerine bakıldığında, Milton Erickson’dan esinlenen terapilerin, hipnozun telkinle özdeşleştirilmesini yeniden canlandırdığı görülür. Kullanılan yöntemler -metaforların önerilmesi, paradoksal buyruklar ya da yasaklamalar- 19. yüzyılın sonlarında uygulananlara kıyasla daha az otoriter görünse de, geçmişte kullanılan “dolaylı telkin” anlayışıyla karşılaştırılabilir niteliktedir. (JACQUELINE CARROY)
Kaynak:
Mijolla, A. de (Ed.). (2005). Suggestion. İçinde International dictionary of psychoanalysis (s. 1684). Detroit, MI: Macmillan Reference USA.
