Psikoterapi Nedir?

Psikoterapi, sıklıkla bedensel biçimde ifade edilen psikolojik sorunların tedavisinde kullanılan bir yöntemdir.

Terapiler çeşitli modellere göre sınıflandırılabilir. Katartik modelde (cathartic model), hastanın acısını dışa vurması ya da ondan kurtulması için konuşması teşvik edilir. Terapist, ifade edilen içeriğin kendisinden çok iletişim eylemine önem verir. Onarıcı modelde (reparative model), terapist hastaya, maruz kaldığı önyargıyı telafi etmek ya da içsel bir yoksunluğu gidermek amacıyla sevgi ve anlayış sunarak yardım etmeye çalışır. Eğitici modelde (educational model) ise terapist, hastayı yaşam seçimleri konusunda yönlendirir, ona “doğru (right)” yol için rehberlik eder. Bu modelde terapist, doğanın, ebeveyn eğitiminin ya da toplumsal çevrenin “hatalar”ını (corrects) düzeltir.

Freud, bilinçdışının keşfi, ruhsal işleyiş ve intrapsişik çatışmaların incelenmesi ile aktarım-karşıaktarım ilişkisine odaklanan özgün bir psikoterapötik boyut geliştirirken, hipnozdan ve katartik travma sonrası boşalım yönteminden keskin biçimde ayrılmıştır (Ellenberger, 1970). O, anlatının gerçekliği aracılığıyla kavranan ruhsal gerçekliği vurgulamıştır. Buna göre, burada ele alınacak psikoterapi, psikanalizin kuramı, tekniği ve çerçevesi bağlamında konumlanan psikanalitik psikoterapidir.

Psikoterapi terimi ilk kez 1872’de ortaya çıkmış, psikanaliz terimi ise ancak 1896’da tanınmıştır. Ancak Freud, 1905 yılında yayımlanan “Psikoterapi Üzerine (On Psychotherapy)” (1905a [1904]) başlıklı makalesinde, katartik yöntemi analitik yöntemle karşıtlaştırarak hipnozdan açık biçimde ayrılmıştır. Birkaç on yıl boyunca psikanaliz ve psikoterapi terimlerini birbirinin yerine kullanmış, ancak 1920 yılı öncesinde psikoterapi terimini kesin olarak terk etmiş ve yöntemini o tarihten itibaren psikanaliz olarak adlandırmıştır.

Bu terk ediş, Alfred Adler, Wilhelm Steckel ve Carl G. Jung’un ayrılışlarının ardından ve ikinci aşamada Otto Rank ile Sándor Ferenczi’yle yaşadığı görüş ayrılıklarından sonra gerçekleşmiştir. Gerçekte, Freud’un çevresindeki bazı kişiler, psikanalitik süreci hızlandırmak ve süresini kısaltmak amacıyla psikanalistin daha etkin bir tutum benimsemesini savunuyorlardı. Tepki gecikmedi: Ernest Jones ve Edward Glover, geleneksel tedaviden her türlü sapmayı ve analitik öncesi dönemin saf telkinine dönüş gibi herhangi bir psikoterapötik yaklaşımı (Robert Wallerstein) kesin bir dille kınadılar. Bu geleneksel tutum, uzun süre boyunca psikanalitik hareketin “resmi (official)”görüşü olarak kalmıştır. Bununla birlikte, 1950’li yıllarda psikanalitik psikoterapi terimi bizzat psikanalistler arasında yaygınlık kazandı; çünkü klasik psikanalitik modelin çerçevesinde bazı değişikliklerin yapılması gerektiğine, bu modelin bazı hastaların psikopatolojisine uygun olmadığına inanmaya başlamışlardı.

2005 yılı itibarıyla, psikanalitik psikoterapi ile psikanaliz arasındaki farklara ilişkin sorular hâlâ süreç açısından dile getirilmektedir: örneğin, çerçevenin yeniden düzenlenmesinin psikanalitik süreci nasıl etkileyebileceği gibi. Yüz yüze konum, analisti görmeyi, onun jestlerini ve bilinçdışı bedensel tepkilerini gözlemlemeyi, söylediği her söze tutunmayı ve gözlerinin içine bakabilmeyi içerir. Benzer biçimde, analist tarafından görülmemek, hastanın kendini kaybolmuş, bir uçuruma atılmış gibi hissetmesine yol açabilir ya da tam tersine, yüz yüze bir karşılaşmanın engelleyeceği duyguları hissetmesine olanak tanıyabilir. Bununla birlikte, biçimsel çerçevedeki bu farklılıklar (seans sıklığı, yüz yüze ya da divan–koltuk düzeni, analistin daha etkin ya da daha pasif konumu vb.) tek başına sürecin türünü tanımlamak için yeterli değildir. Her durumda, René Roussillon’a (1986) göre, psikanalitik bir yaklaşım yalnızca ruhsal aygıtın belirli kısımlarını keşfedebilir. Çerçevenin seçimi (psikoterapi ya da psikanaliz) psikanalitik bir yaklaşımı desteklese bile, bu her zaman aynı yaklaşım anlamına gelmez. Sonuç olarak, psikoterapötik süreç, kısmi nesnelerin analiste aktarımıyla karakterize edilir; oysa psikanalitik süreçte bu kısmi aktarımlar, aktarım nevrozunun tam olarak gelişmesine kadar derinlemesine çalışılır.

Diğer yazarlar, terapötik amaçlardaki (aim) farklılıkları ortaya koymuşlardır. İdealde, psikanalizde çerçeve, analistin hastayı gidebildiği yere kadar izleyerek onun bilinçdışını keşfetmesine olanak tanımalıdır. Bu oldukça katı tanıma göre psikanaliz, önsel olarak terapötik bir amacı (therapeutic
goal
) hedeflemez. Buna karşılık, terapötik sonuç psikanalitik süreçten kendiliğinden ortaya çıkar. Psikoterapi ise bir amacı içerir: hastanın acısını azaltmak, onun yeniden çalışabilir hale gelmesini sağlamak vb. Ancak bu farklılıklar, psikanalistler ve psikoterapistler arasındaki uygulama gerçekliğinde her zaman bu kadar keskin değildir. Hangi teknik seçilirse seçilsin -klasik tedavi ya da yüz yüze çalışma- psikanalist “psikanalitik bir işlev”e (psychoanalytic function) sahiptir; dolayısıyla, psikanalist tarafından yürütülen her türlü psikoterapötik yaklaşım, psikanalitik bir çalışma içerir.

Psikoterapi, toplumsal bağlamından yalıtılarak ele alınamaz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyal sağlık hizmetlerinin gelişimi, psikiyatrik bakımın karşılanmasına ve belirli patolojilerin tedavisine yönelik çeşitli kurumların kurulmasına olanak sağlamıştır. Bu kurumsal ortamlarda çalışan birçok uzman, alanda çalışan psikanalistler tarafından verilen psikanalitik psikoterapi eğitimi almış ya da müfredatlarını psikanalitik psikoterapiye göre yapılandıran öğretim kurumlarında yetişmiştir. Bu uzmanlar, psikanaliz derneklerinin resmi eğitim programlarına kaydolmadan kişisel psikanalitik çalışmalar yürütmüşlerdir; ancak çoğu durumda, kurumlarında tedavi ettikleri hastalarla gerçek bir analitik süreç gelişmiştir.

Buna göre, Freud’un (1919a [1918]) dileği yerine getirilmiştir: “analizin saf altınını, doğrudan telkinin bakırıyla serbestçe karıştırarak” (s. 168) “halk için bir psikoterapi” (s. 168) yaratmak ve dünyadaki “muazzam ölçüdeki nevrotik ıstırabın” (s. 166) daha büyük bir bölümünü hafifletmek -ki az sayıdaki psikanalist bunu tek başına büyük ölçüde etkileyemezdi. Açıkça görülmektedir ki Freud, “toplumun vicdanı uyandığında” (s. 167), geleneksel tedavi yönteminin daha fazla sayıda hastayı tedavi edebilecek biçimde uyarlanmasını arzulamıştır. Psikanalitik düşüncenin kurumsal bir biçimde korunmasına yönelik bu kaygı, ulusal psikanalitik terapi derneklerinin Avrupa Psikanalitik Psikoterapi Federasyonu (EFPP) gibi örgütler kurmasına yol açmıştır.

Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapi ile bunların özel uyarlamaları (çocuk psikanalizi, grup psikanalizi, analitik psikodrama, psikanalitik çift ya da aile terapisi vb.) “psikanalitik bir alan (psychoanalytic field)” oluşturur; bu alan, doğası gereği terapötik tekniklerden oldukça farklıdır. Söz konusu teknikler ise temelde analitik karşıtı olup, “ötekiyle kurulan ilişkiyle tetiklenen anksiyeteleri hafifletmek amacıyla işleyen geleneksel (institutional defenses) savunmalar olarak tasarlanmış, hazır karşıaktarım yaklaşımlarının bir bütünü” ve “grup yönelimli ideolojiler” olarak değerlendirilebilir (Roussillon, 1986).

Psikanalitik yaklaşım, analitik olmayan terapötik tekniklerde olduğu gibi semptomların bastırılmasından ziyade süreci öncelediği için genellikle oldukça fazla zaman gerektirir. Bütçesel kaygılar doğrultusunda, ruhsal tedavileri geri ödeyen sosyal kurumlar tedavi süresini ya da karşılanan seans sayısını sınırlamaya çalışmakta ya da hastanın ruhsal ekonomisinin bütünsel işleyişi içindeki işlevlerini dikkate almaksızın semptomları çok hızlı biçimde ortadan kaldırmayı amaçlayan yaklaşımları tercih etmektedir. Psikanalitik yaklaşım, toplumsal kısıtlamalara aşırı biçimde boyun eğdiğinde özgürlüğünü ve devrimci niteliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Psikanalitik yaklaşımı tedavi politikalarının ana planına dâhil etmeye çalışan ülkeler, onun özgün ve kural tanımaz kimliğini yitirme, giderek daha terapötik -yani “semptomları bastırma” anlamında- bir nitelik kazanma riskini taşımaktadırlar (Frisch, 1998). Çatışma kavramı, psikanalizin merkezinde yer alan bir unsur olarak, bu nedenle, psikanalitik hareket içinde geleceği ve kimliğiyle ilgili tartışmalara da girmiştir: saflığını korumak için yalıtılmış bir biçimde evrilmek (psikanaliz) ya da varlığını sürdürebilmek için toplumsal kısıtlamalara uyum sağlamak (psikanalitik psikoterapi) zorundadır; ancak bunu, ruhunu yitirme riski pahasına yapar.

Kaynak:

Mijolla, A. de (Ed.). (2005). Psychotherapy. İçinde International dictionary of psychoanalysis (s. 1411). Detroit, MI: Macmillan Reference USA.

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir