Kişilerarası Psikanaliz Nedir?

Yirminci yüzyılın ortalarında Henry Stack Sullivan tarafından ortaya konan Kişilerarası Psikanaliz (Interpersonal Psychoanalysis), zihnin gelişimi ve işleyişine, ayrıca psikanalitik tedaviye ilişkin bir psikanalitik kuramdır ve psikolojik anlamın yalnızca kişilerarası bir bağlam içinde ortaya çıkabileceği, gelişebileceği ve bilinebilir hale gelebileceği görüşüne dayanır. Kişilerarası psikanaliz, ortaya çıkışından itibaren, dürtü/içgüdü üzerinde fazlasıyla yoğunlaştığını düşündüğü Freudyen psikanalize karşıt bir konumda kendi ilkelerini tanımlamıştır. Onun yerine Sullivan, toplumsal ve kültürel etkenlere ve dış dünyanın deneyimlenmesine odaklanmayı savunmuştur. Erken dönem kişilerarası kuramcılar da, intrapsişik yapının (intrapsychic structure), dinamik bilinçdışının ve içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin rolünü ya önemsizleştirmiş ya da tamamen reddetmişlerdir. Kişilerarası ekolün diğer belirgin özellikleri arasında, kendiliği (self) kişisel deneyim ve failliğin (agency) merkezi olarak görme anlayışı yer alır. Bu kendilik, yapısal değil dinamik biçimde kavramsallaştırılmış olup başkalarıyla kurulan etkileşimsel süreçlerin bir ürünü olarak değerlendirilir. Patoloji ise, kendiliğin dengesi ve bütünlüğündeki bozulmalara dayalı olarak ele alınır. Zihne ilişkin anlayış ise, duygulanımdan (affect) çok bilişi (cognition) önceleyen bir nitelik taşır ve bilişi kişilerarası ilişkilerin bir sonucu olarak görür. Kişilerarası terapinin belirgin özellikleri arasında, klinik durumu etkileşimsel bir biçimde ele alma ve yorumlamada “şimdi ve burada (here-and- now)”odaklı bir yaklaşım; bu etkileşim içinde gözlemlenebilir olana yönelme; ve insan deneyimini gerçekte olanlar üzerinden anlamlandırma çabası yer alır.

Bununla birlikte, kişilerarası psikanalizi tanımlamanın en kolay yolu, onu ne olmadığı üzerinden tanımlamaktır; çünkü diğer tüm psikanalitik ekollerden daha fazla ölçüde, hem kuramda hem de klinik uygulamada çeşitlilik ile karakterize edilir. Ortaya çıkışından bu yana kişilerarası psikanaliz, alışılmış kalıplara uymayan ve klinik bağlamın ötesine uzanan geniş ilgi alanlarına sahip bireyleri kendine çekmiştir. Sullivan, sosyal bilimler ve eğitim alanlarından etkilenmiştir; ekolün erken dönem kurucularından Fromm ise yaşamı boyunca siyasal ve kültürel meselelere derin bir bağlılık göstermiştir. Klinik çalışmalara öncelik veren erken dönem katkı sağlayıcılar ise oldukça özgül ilgi alanlarına sahipti. Kişilerarası psikanalizi bağımsız bir bütün olarak kavramsallaştırdığı kabul edilen Thompson, ilgisini kadın psikolojisine ve kişilerarası karakter anlayışlarına yöneltmiştir. Bir diğer erken dönem katkı sağlayıcı olan Fromm-Reichmann ise psikotik hastaların tedavisine ilişkin klinik görüş ve kavrayışlarını bağımsız biçimde geliştirmiştir.

Erken dönem kişilerarası kuramcılar, Ferenczi’nin çalışmalarından (Ferenczi ve Rank, 1925; Dupont, 1988) derin biçimde etkilenmişlerdir; her ne kadar Ferenczi, Freudyen psikanalize olan bağlılığını hiçbir zaman resmen reddetmemiş olsa da. Bununla birlikte, Ferenczi, terapötik etkinin birincil faktörü olarak analitik ilişkiye öncelik tanıyan analiz ekolleri üzerinde en güçlü etkiyi yaratmıştır. Kişilerarası analistler, Ferenczi’nin mirasını doğrudan kabul ederler; çünkü o, gerçek yaşam deneyimlerinin gelişim süreci üzerindeki etkisini (Ferenczi, 1933) vurgulamış, psikanalizi iki gerçek kişiliğin (two real personalities) etkileşimi olarak betimlemiş, analistin etkin katılımını teşvik etmiş, karşıaktarımın, aktarımın karşılıklı biçimde şekillenen tamamlayıcısı olarak merkezi önemini tanımış ve analitik karşılaşmanın olası yeniden travmatize edici etkilerine dikkat çekmiştir (Harris ve Aron, 1997).

Bir psikanalist olmayan Sullivan, yirminci yüzyılın başlarında egemenliğini sürdüren Freudyen kuramsal hegemonyadan bağımsız bir psikolojik kuram ve teknik geliştirmiştir. Ferenczi’den etkilenmiş olmakla birlikte, Sullivan’ın çalışmalarında Amerikan pragmatizmi, deneyselcilik ve çoğulculuk değerleri belirgin biçimde görülür; bu durumun, William James, Charles Peirce, George Herbert Mead ve Adolf Meyer gibi düşünürlerin benimsediği Amerikan felsefi perspektiflerinin etkisinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Sullivan’a göre kendilik, başkalarıyla kurulan ilişkiler içinde gelişir ve bir dizi yansıtılmış kendilik (reflected self) değerlendirmesi olarak anlaşılabilir; kendilik yalnızca alışılmış kişilerarası örüntülerden oluşur -bundan fazlası değildir. Dolayısıyla, özel ve özsel bir kendilik kavramı narsisistik bir yanılsamadan ibarettir. Kendiliğin kişilerarası nitelikte olduğu yönündeki bu görüş, Sullivan’ı, tedavide odağı hastanın başkalarıyla -analist dâhil- ilişkilerinin gözlemlenmesine kaydırmaya yöneltmiştir (1953b). Serbest çağrışım tekniğini reddetmiş ve bunun yerine, hastanın geçmişteki ve şimdiki gerçek kişilerarası deneyimlerine yönelik ayrıntılı bir sorgulama (detailed inquiry) yaklaşımını benimsemiştir. Ayrıntılı sorgulama, Sullivan’ın (1940, 1953b) tanımıyla bir tür “katılımcı gözlem (participant observation)” biçimiydi; bu kavramla, analistin ayrıntılı sorgulama sürecinde ortaya çıkan ilişkisel etkileşime kaçınılmaz biçimde kişisel olarak dâhil olmasını kastetmiştir. Ancak Sullivan, bu katılımın analist tarafından hastanın yararına olacak şekilde sürekli olarak yönlendirilebilir olması gerektiğini de savunmuştur. Başka bir deyişle, analistin hasta ile ilişkisindeki kaçınılmaz bilinçdışı ve kişisel katılımını kabul etmemiştir -ki bu ilke, 1970’lere gelindiğinde kişilerarası yönelimle özdeş hale gelmiştir.

Sullivan (1953a), erken çocukluk dönemindeki olaylar ve anne–bebek ilişkiselliğine yoğun bir odaklanmayı da içeren özgün bir psikolojik gelişim kuramı ortaya koymuştur. Sullivan’a göre bebek, bir tür “empati” süreci aracılığıyla annenin anksiyetesinin bozucu varlığını deneyimler; bu durum, bebeğin ruhsal dengeyi (psychic equilibrium) koruma çabalarında güdüleyici bir etken işlevi görür. Bebek, bir bölme (splitting) süreci kullanarak iyi ve kötü anneye ilişkin ayrı imgeler geliştirir; bu imgeler daha sonra “kişilikleştirmeler (personifications)” biçiminde bütünleşir ve örgütlenir, nihayetinde ise “kompleksler (complexes)” halini alır. Bebek, sonunda kendilik olarak adlandırılan bir dinamizma içinde bütünleşen, “iyi ben (good me)” ve “kötü ben”e (bad me) ait karşılıklı kendilik kişilikleştirmeleri geliştirir; bu kendilik sistemi, savunmacı ve kendiliği koruyucu işleyişleri kullanır. Bu sürecin sonucu, bebeğin başkalarıyla olan etkileşimlerinin niteliğine ve en önemlisi, bebeğin dayanmak zorunda kaldığı annenin anksiyetesinin düzeyine bağlıdır. Sullivan’ın (1953a) gelişim kuramına getirdiği yenilikler arasında en geniş biçimde tanınanı, çocuk yaşamında ilk gerçek kendilik/öteki yakınlığını temsil eden ergenlik öncesi “arkadaşlığı” (“chumship” of preadolescence) kavramına ilişkin betimlemesidir. Bu dönemde, çocuğun yaşamında ötekinin duyguları ve bakış açısı, en az kendi duyguları kadar önem kazanmaktadır. Her şey makul biçimde ilerlediğinde, arkadaşlık (chumship) sağlıklı bir şehvet (lust) ifadesiyle bütünleşir ve bunun sonucu olarak yetişkin cinsel yakınlığı (adult sexual intimacy) gelişir. Ancak Sullivan’a göre, birçok insan yalnızca çocukluk dostluğu düzeyine kadar ilerleyebilir; çünkü kültürel ve toplumsal eğilimler, cinselliği -özellikle de eşcinselliği (Blechner, 2005)- başa çıkılması son derece güç bir alan haline getirmektedir.

Sullivan, farkındalığa kabul edilmeyen yaşantıları, bireyin önemli ötekilerle kurduğu ilişkisel örüntülerin karakteristik biçimleri olarak görmüştür. Benzer biçimde, Sullivan’ın (1940, 1953a, 1956a, 1956b) anlayışına göre, savunulan şeyler içsel dinamik olaylar değil; bireyin önemli ötekilerle ilişkilerinin, “seçici biçimde dikkat dışı bırakılmış (selectively inattended)” ya da “disosiye edilmiş (dissociated)” yönleridir ve bunlar sembolik ya da dilsel biçimde bilinemez. Bunun yerine, bu ilişkisel örüntüler, sahneleme (enactment) ile ortaya çıkar; aktörün kendisi tarafından fark edilemez, ancak uygun biçimde eğitilmiş bir klinisyen tarafından gözlemlenebilir. Sullivan’a (1940, 1953a) göre, dilin en gelişmiş biçimi, anlamın kamusal olarak doğrulanmasına ya da başka bir deyişle “uzlaşımsal geçerlenme”sine (consensual validation) olanak tanıyacak bir biçimde kullanılır. Dilde iletilen -ya da istendiğinde iletilebilecek- anlamlar, yaşantının “sentaksik mod (syntaxic mode)” olarak sınıflandırılan boyutuna aittir. Buna karşılık, “parataksik mod (parataxic mode)”, yaşantının biçimlenmesine katılan ancak dilin açık terimleriyle kişi tarafından bilinemeyen “gizli (private)” anlamlardan oluşur. Yaşantı, süregiden seçici dikkat dışı bırakma ya da disosiyasyon yoluyla parataksik biçimde sürdürülür. Bu anlamda, parataksi bilinçdışı olduğu için dilin açık ve kamusal terimleriyle ifade edilemez.

Sullivan için tedavinin önemli bir yönü, parataksiğin tanımlanması ve bunun sentaksik yaşantıya dönüştürülmesiydi. “Parataksik çarpıtma (parataxic distortion)”, bireyin başkalarına ilişkin imgelerini oluştururken karakteristik biçimde kullandığı, seçici dikkat dışı bırakma ve disosiyasyona dayanan tamamlanmamışlık ve çarpıtma örüntülerini tanımlamak üzere Sullivan tarafından kullanılan bir terimdir. Bu durumun sonucu, kişilerarası yanlış anlamalar ve ilişkisel güçlüklerdir. Sullivan, terapi odasında (consulting room) kişilerarası ilişkilerin ayrıntılı biçimde incelenmesini teşvik etmiş, ancak Freud’un aktarım ve aktarım nevrozu kuramlarında varsayılan biçimde ödipal çatışmaya merkezi ve örgütleyici bir rol atfetmemiştir. Daha sonraki kişilerarası kuramcılar, Sullivan’ın biliş ve dil konularına olan ilgisini temel alarak çalışmalarını geliştirmişlerdir (Schachtel, 1959/2001; Tauber ve Green, 1959/2008; Barnett, 1966, 1980a, 1980b; Arieti, 1967, 1976; Levenson, 1972, 1983, 1987; Greenberg, 1986, 1991; D. B. Stern, 1994, 1995, 1997).

Kişilerarası psikanalizin diğer bir erken dönem kurucusu olan Fromm, Berlin Enstitüsü’nde resmî psikanalitik eğitim almıştır. Fromm, yaşamı boyunca siyasal ve kültürel meselelere derin bir bağlılık göstermiş; Frankfurt Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nde Horkheimer, Adorno ve Marcuse ile birlikte kadrolu öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Fromm, toplumsal eleştirisini şu kavramlar aracılığıyla geliştirmiştir: toplumsal karakter (socialcharacter) (1947); “özgürlükten kaçış (escape from freedom)” (1941) -ki bu kavramı, faşizmin başarısını açıklayan bir olgu olarak görmüştür- ve yalnızca bireylerin değil, toplumların da akli dengesi yerinde (sane) ya da akıl hastası (insane) olabileceği düşüncesi (1955a); ve diğer bazı görüşleri. Fromm, vaat ettiği klinik bildiriyi hiçbir zaman yazmamış olsa da, onun insancıl ve varoluşçu eğilimleri -özgünlük, doğrudanlık, kendiliğindenlik, duygusal dolaysızlık ve özden öze kişilerarası temas vurguları- erken dönem kişilerarası kuramcılar üzerinde ve onların aracılığıyla sonraki kuşaklarda büyük etki yaratmıştır (Fromm, 1955b). Aslında Fromm’un meslektaşları üzerindeki en önemli etkisi, Sullivan’ınkinden oldukça farklı olan klinik perspektifidir. Fromm için, özgün ve etkin bir kendiliğin varlığı temel öneme sahipti. Fromm’un (1951) düşlere ve akıldışı yaşantının diğer yönlerine olan ilgisi de, düşleri doğrudan gözlemlenemeyen ve bu nedenle ayrıntılı biçimde incelenmeye değmeyecek içsel yaşantı olguları arasında değerlendiren Sullivan’ın (1940, 1953a) yaklaşımıyla belirgin bir karşıtlık içindeydi. Fromm’un düşlere yönelik tutumu, çağdaş kişilerarası psikanalizde baskın konumda olup şu yazarların çalışmalarında etkisini sürdürmüştür: Bonime (1962), Ullman (1996), Blechner (2001), Lippmann (2002) ve P. Bromberg (2006).

Sullivan, disosiyasyon üzerine yaptığı çalışmalarıyla, çağdaş kişilerarası psikanalize önemli bir miras bırakmıştır; bu çalışmalar, zihni açık biçimde kişilerarası temelde kavramsallaştıran modellerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. P. Bromberg (1998a, 2006), zihnin ya da kendiliğin çoklu olduğunu; sürekli değişen, birbirine geçişli “kendilik durumları (self-states)” manzarasından oluştuğunu öne sürmüştür. Bu durumlar arasındaki geçişler (shifts), zihnin dengesini ve sürekliliğini -yani kişinin kendisi olma duygusunu- koruma gereksinimi sonucunda ortaya çıkar. Disosiye olmuş, yani “ben olmayan (not-me)” durumlar, kendilikteki süreklilik duygusuyla bağdaşmaz ve bu nedenle diğer kendilik durumlarından ayrıştırılmak zorundadır. Süregiden kişilerarası yaşam, bireyin kendini “ben olmayan” olarak deneyimlemesinden kaçınmasını imkânsız hale getirdiğinde, kendiliğin sürekliliği tehdit altına girer; bu süreklilik ancak bireyin “ben olmayan” yönünü bilinçdışı olarak sahnelemesi yoluyla korunabilir -böylece kişi, “kendisi olmama”nın dayanılmaz deneyiminden kaçınmış olur. İdeal olan, farklı kendilik durumları arasındaki “boşluklarda durabilmek (to stand in the spaces)”, yani kişinin tüm parçalarını kabullenerek, çokluğunu korurken tek bir kişiymiş gibi hissedebilmesidir. Bromberg, klinik süreci -özellikle de onun duygulanımsal (affective) boyutlarını- nasıl ele aldığını ayrıntılı biçimde açıklamış; hastalarıyla neler olup bittiğini anlayabilmek için kendi değişken kendilik durumlarını sürekli olarak gözlemlediğini belirtmiştir.

D. B. Stern (1997, 2010), bilinçdışı olguları “biçimlendirilmemiş yaşantı (unformulated experience)” olarak tanımladığı disosiyasyon temelli bir model öne sürmüştür. Biçimlendirilmemiş yaşantı, henüz açık ya da simgesel bir biçim kazanmamış potansiyel bir yaşantıdır; bu nedenle üzerine düşünmek, yani onu yansıtmak mümkün değildir. Disosiyasyon, yaşantının bu biçimlendirilmemiş hâlinde savunma güdüsüyle korunması olarak anlaşılır. Biçimlendirilmemiş yaşantının aldığı biçim bütünüyle önceden belirlenmiş değildir, ancak gerçeklik tarafından sınırlanır. Yaşantının açık biçimi, formülasyonun gerçekleştiği kişilerarası alanın niteliğine bağlıdır. Bu nedenle, analitik ilişkinin anlamları ve olayları, hasta ile analist arasında ortaya çıkan yaşantıların nasıl biçimleneceği üzerinde birincil etkiye sahiptir. Stern, daha sonraki çalışmalarında (2010), bu kavrayışlarını sahneleme (enactment) alanına genişletmiştir.

Günümüzün kişilerarası duyarlılığını en kapsamlı biçimde yansıtan yazın, Wolstein ve Levenson tarafından geliştirilen klinik uygulamaya ilişkin perspektiftir. Wolstein (1959), “aktarım–karşıaktarım kilitlenmesi (transference–countertransference interlock)” adını verdiği kavramı ortaya atmıştır; bu kavramla, aktarım ve karşıaktarımın birbirini kaçınılmaz olarak yaratan ve sürdüren süreçler olduğunu anlatmak istemiştir. Wolstein daha sonra, her bir ruhsal yapının ve her bir terapötik ikilinin indirgenemez biricikliğini ele almış ve tedaviyi “kendiliğin ruhsal merkezi”nin (psychic center of the self) devreye girmesi olarak kavramsallaştırmıştır (Wolstein, 1981, 1983, 1987; Hirsch, 2000; Bonovitz, 2009).

Ancak belirleyici adımı atan kişi Levenson olmuştur (1972, 1983, 1987; Levenson, Hirsch ve Iannuzzi, 2005). Levenson, Mitchell’ın daha sonra şu ifadeyle özetlediği görüşü savunmuştur: “Etkileşimde bulunmamak mümkün değildir.” Analist ve hasta, kaçınılmaz biçimde ve bilinçdışı olarak, kişisel ve duygusal açıdan yüklü biçimlerde birbirleriyle ilişki içindedirler; Levenson bu durumu psikanalizin özünü oluşturan şey olarak tanımlamıştır. Levenson’un bu içgörüsü, hem kişilerarası psikanalizin hem de ilişkisel psikanalizin merkezinde yer alır. Levenson ve Wolstein’ın çalışmalarında temelleri atılan terapötik ilişkilenme (therapeutic relatedness) kavrayışının genişlemesine katkıda bulunanlar arasında Hirsch (1985, 1996, 2002, 2008), Ehrenberg (1992), Buechler (2004, 2008), Feiner (2000) ve Fiscalini (2004) bulunmaktadır.

Kişilerarası psikanaliz, hem kendi içinden hem de birkaç kuşak boyunca gelen ana akım “Freudyen” psikanalistler tarafından eleştirilmiştir. Ortaya çıktığı ilk dönemden itibaren kişilerarası psikanaliz, insan deneyiminin intrapsişik (intrapsychic) ve biyolojik boyutlarının önemini küçümsemekle ve ilgisini yalnızca kişilerarası (interpsychic) alana yöneltmekle suçlanmıştır. Kişilerarası kuram, insan deneyiminin güdüleyicisi olarak dürtü (drive) kavramını reddeder, ancak bunun yerine bütünleşik bir alternatif bakış açısı da sunmaz. Sullivan, motivasyonda anksiyetenin rolünü öne sürmüş; diğer kuramcılar ise güdülenmeyi açıklamak için başka duygulanımları ya da bilişi birincil motivasyon kaynakları arasına dâhil edecek biçimde kavramı genişletmişlerdir. Freudyen psikanalistler, kişilerarası psikanalizi, zihinsel yaşamda bilinçdışı fantezinin rolünü önemsizleştirmesi nedeniyle de eleştirmişlerdir. Daha sonra, 1980’lerden itibaren bazı ilişkisel analistler (örneğin J. Frankel, 1998) kendi eleştirilerini ortaya koymuşlardır. Bu eleştiriler arasında; gelişim kuramı ve gelişimsel konulara yeterince önem verilmemesi, bilinçdışı süreçlerin -özellikle fantezi ve içsel nesne ilişkilerinin- gereğinden az vurgulanması, ve direncin fazla ölçüde bilinçli, iradi ya da karşıt bir tutum olarak görülmesi bulunmaktadır. Bu eleştirmenlere göre, kişilerarası analistler terapi odasında çoğu zaman meydan okuyucu ve çatışmalı bir atmosfer yaratmışlardır; bu atmosfer, açıklık, doğrudanlık ve dürüstlüğe yapılan aşırı vurgu ile birlikte, hastaların kendi deneyimlerine yönelik savunmasız ve keşfedici bir tutum geliştirmelerini zorlaştırabilmektedir. Kişilerarası psikanaliz ayrıca, birbirinden farklı kuramsal önermeler tarafından ortaya konan tutarsızlıkları ve çelişkileri bütünleştirememesi ya da ele alamaması nedeniyle de eleştirilmiştir. Bu durum zaman zaman kuramsal belirsizliğe ve herhangi belirli bir yaklaşımın sonuçlarının tam olarak farkına varılamamasına yol açmıştır (Demos, 1996).

Kişilerarası grup, son birkaç on yılda Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen paradigma değişiminde -dürtü ve yapısal kuramın sorgulanmaksızın egemen olduğu yaklaşımdan, psikanalitik tedavi ile insanın büyüme ve gelişimini açıklamada kişilerarası-ilişkisel modele geçişte- kritik bir rol oynamıştır. Kişilerarası perspektif, kişilerarası alan (interpersonal field) üzerine odaklanmasıyla, 1980’lerde ortaya çıkan ilişkisel ekolün gelişiminde güçlü bir akım oluşturmuştur. Greenberg ve Mitchell’ın (1983) ilişkisel ekol (relational school) kavramını ortaya koydukları kabul edilir; bu kavram, kişilerarası perspektifi İngiliz nesne ilişkileri ekolü ile ilişkilendiren bir köprü işlevi görmüştür. Mitchell, ilişkisel kuramın en önemli katkı sağlayıcılarından -hatta kimi yorumlara göre entelektüel önderlerinden- biri haline gelmiştir (S. Mitchell, 1988, 1993, 1997, 2000). Günümüz psikanalitik dünyası kuşkusuz çoğulcu (pluralistik) bir yapıya sahiptir; ancak buna rağmen, kişilerarası ve ilişkisel etkiler, diğer psikanalitik kuramların pek çoğunda da açık biçimde görülmektedir.

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Interpersonal psychoanalysis. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 46).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir