Kategori: Genel

  • Arzu Nedir?

    Arzu [wish], zihinde insan davranışını güdüleyen bilinçdışı bir istek hâlidir. Freud’un zihnin topografik modelinde, arzular, bilinçdışı sistemin [system unconscious] temel zihinsel içerik birimi olarak kavramsallaştırılmıştır. Libido kuramında, arzular içgüdüsel dürtülerin [instinctual drives] türevleri olarak ele alınır. Zihnin yapısal modelinde de, arzular (yine dürtülerin türevleri olarak kavramsallaştırılarak) id’in içeriğini oluşturur. Arzular, savunmalarla birlikte dinamik çatışmanın [dynamic conflict] temel bileşenlerinden birini oluşturur. Ego psikologları, arzuları, uzlaşım oluşumu [compromise formation] süreci yoluyla fantezilere [fantasies] örgütlenmiş şekilde tanımlarlar; bu süreçte arzuların ifadesi, savunma işlemleri tarafından değiştirilir. Buna karşılık, ihtiyaç [need], bireyin hayatta kalma gereksinimlerine yanıt olarak ortaya çıkan bir içsel gerilim durumudur. İhtiyaç, her zaman açık bir zihinsel içerikle birlikte görülmez ve ihtiyacın dış çevre tarafından sağlanacak bir şey aracılığıyla karşılanması gerekir.

    Arzu psikanalizde uzun zamandır önemli bir yere sahiptir; çünkü psikanaliz, başlangıcından itibaren zihinsel yaşantının örgütlenmesinde bilinçdışı güdülenmenin [unconscious motivation] kritik bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de, arzu kavramı Freud’un (1900) düşünme [thinking] ve güdülenme [motivation] anlayışlarında merkezi bir yer tutmuştur: “Zihinsel aygıtımızı [mental apparatus] harekete geçirebilecek tek şey bir arzu olabilir.” Her psikanalitik kuram bir arzu kavramı içerir. Ancak, Freud’un dürtü kuramının [drive theory] birçok eleştirmeni arasında, motivasyon kuramı için daha sağlam bir temel sunduğunu ileri sürerek, dürtü yerine arzu kavramını tercih edenler de vardır (Holt, 1976).

    Freud (1895b), zihinde arzuların ve “arzu durumlarının [wishful states]” işleyişinden ilk kez ölümünden sonra yayımlanan Bilimsel Bir Psikoloji İçin Taslak’ta [Project for a Scientific Psychology] söz etmiştir. Arzuların ve arzu(nun) gerçekleşmesinin [wish-fulfillment] düşünme kuramı içindeki rolünü ana hatlarıyla sunduğu ilk yayımlanmış çalışması ise Düşlerin Yorumu [The Interpretation of Dreams] adlı eserinin 7. bölümünde (1900) yer almaktadır. Burada, Proje [Project] adlı eserinde formüle etmeye başladığı bazı noktaları gözden geçirerek, Freud bir bebeğin “içsel ihtiyaçlar tarafından üretilen uyarımları” nasıl deneyimlediğini ve bu uyarımların ancak bir “tatmin deneyimi [experience of satisfaction]” ile giderilebileceğini açıklamıştır. Daha sonra, bebek aynı ihtiyacı yeniden deneyimlediğinde, algının mnemonik mnemic: hafızayı koruma yetisitle ilgili) imgesine yeniden-yatırım [re-cathect] yapmaya ve algının kendisini yeniden uyandırmaya… böylece özgün tatmin durumunu yeniden kurmaya çalışacaktır.” Bunu yapma dürtüsü, Freud’un “arzu” olarak adlandırdığı şeydir ve “algının yeniden ortaya çıkması arzunun gerçekleşmesidir.” Freud, zihnin içsel ihtiyaçlardan [internal needs] kaynaklanan gerilimi boşaltmasının en ilkel yolunun, tatmin algısını halüsinasyon yoluyla üretmek olduğunu ve böylece arzunun halüsinasyonla sonuçlandığını, bir “algısal özdeşlik [“perceptual identity]” yarattığını ileri sürmüştür. Bu tür bir tatmini, haz ilkesine göre işleyen, en erken ve en ilkel düşünme biçimi olan birincil süreç temeline dayanan varsanısal arzu-gerçekleşmesi [hallucinatory wish-fulfillment] olarak adlandırmıştır. Ne var ki, halüsinasyon kalıcı bir tatmin deneyimi üretmediği için, zihin uyarımlarını, isteklerin gerçeklikte tatmin edilmesini sağlayacak biçimde dış dünyada değişiklikler yaratmaya yönelik istemli hareketleri kontrol etmeye doğru yönlendirmeye başlar. Böylece, gerçeklik ilkesine uygun şekilde işleyen düşünmenin “ikinci sistemi [second system]” olan ikincil süreç [secondary process] devreye girer. Rüyalarsa, birincil süreç [primary process] düşünme biçimine bir gerilemeyi yansıtan varsanısal arzu-gerçekleşmesine bir örnektir. Psikoz da, zihnin uyanık olduğu sırada meydana gelen birincil süreç arzu-temelli düşünmeyi yansıtır. Nevrotik semptomlar ise arzunun daha örtük biçimlerde gerçekleşmesini temsil eder. Modern çatışma kuramı [conflict theory], arzuları normal davranışların her yerde görülen uzlaşım oluşumlarının bir parçası olarak görür. Gelişimsel psikanalistler [developmental psychoanalysts], arzuları ihtiyaç [need] kavramıyla bağlantılı olarak incelemeye devam etmişlerdir. Arzular, içsel biyolojik ihtiyaçlarla ilişkili olarak uyarılsalar da, nesnelerin temsilcilerine [representations of objects] yönelirler ve algının içsel özdeşliklerinin kurulması yoluyla gerçekleştirilirler. Oysa ihtiyaçların karşılanması, dış çevre tarafından sağlanan bir şey aracılığıyla gerçekleşmek zorundadır. Bir ihtiyaç herhangi bir zihinsel gelişim düzeyini gerektirmezken, bir arzu önceki doyumların anılarıyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır ve dolayısıyla en azından bir düzeyde psişik gelişim gerektirir. Bebek yalnızca yiyecek, sıvı alımı ve dış etkenlerden korunma gibi fizyolojik ihtiyaçlara değil, aynı zamanda doğru şekilde gelişebilmesi veya hayatta kalabilmesi için vazgeçilmez olan psikolojik ihtiyaçlara da sahiptir (Spitz, 1946). Bu ihtiyaçlar, büyüyen çocuk için psişik güvenlik, güvenilirlik ve uygun duygusal yanıt verebilme koşullarını sağlayabilecek kadar yeterince iyi bir bakım vereni [good-enough caretaker] içerir (Winnicott, 1960b; A. Freud, 1965; Kohut, 1971; Mahler, Pine, and Bergman, 1975). İhtiyaçlar ile arzular arasındaki ayrım tartışmaları, uzun süredir devam eden anlaşmazlıklarla ilişkilidir (Eagle, 1990; Akhtar, 1999). Bu anlaşmazlıklar arasında, psikanalitik tedavinin asıl odak noktasının bilinçdışı cinsel ve saldırgan arzuların ve çatışmaların yorumlanması mı, yoksa kendilik [self] yapısında ve işleyişinde kusurlara yol açan karşılanmamış gelişimsel ihtiyaçların empatik anlayış yoluyla kavranması mı olması gerektiğine ilişkin çeşitli görüşler yer almaktadır (C. Brenner, 1982; Kohut, 1984).

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Wish. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 284).

  • Çatışma Nedir?

    Çatışma [conflict],ya da intrapsişik çatışma [intrapsychic conflict], çoğunlukla bilinçdışı düzeyde işleyen; zihinde, karşıt yönelimlere sahip düşünceler, duygular ya da yapılar arasında yaşanan mücadeleyi ifade eder. Buna karşılık, genellikle bilinçli düzeyde deneyimlenen dışsal çatışma [external conflict], bireyle dış dünya arasında -ister kişilerarası ilişkilerde ister toplumun dayattığı talepler biçiminde olsun- ortaya çıkan gerilimleri ifade eder. İntrapsişik ve dışsal çatışma çoğu zaman bir arada görülür; örneğin, bilinçdışı intrapsişik bir çatışma, savunmacı bir biçimde dışsallaştırıldığında [externalized] bu iki çatışma türü birlikte ortaya çıkabilir. Çatışma kuramı [conflict theory], bilinçdışı çatışmayla tetiklenen bir dizi olgusal süreci varsayar: dürtüsel arzular, içsel yasaklarla çatışmaya girer; bu durum egoyu tehdit eder ve ego bir anksiyete sinyali [signal of anxiety] üretir; ardından savunma [defense] düzenekleri devreye girer ve nihayetinde, semptomlar, engellenmeler ve hem patolojik hem de uyum sağlayıcı nitelikteki çok çeşitli karakter özellikleri biçiminde ortaya çıkan uzlaşma oluşumları [compromise formations] meydana gelir. Kendilerine modern çatışma kuramcıları [modern conflict theorists] adını veren bazı çağdaş çatışma kuramcıları, Freud’un yapısal kuramını [structural theory] reddetmiş olsalar da, çatışma ve uzlaşma oluşumlarının merkezî rolünü sürdürmeye devam etmişlerdir (C. Brenner, 2002, 2003). Psikanalitik durumda [psychoanalytic situation], hastanın serbest çağrışımı [free association] kullanması, analistin bilinçdışı çatışmanın, hastanın yaşantıları ve davranışları üzerindeki etkisini çıkarsamasına olanak tanır.

    Psikanaliz, başlangıçta bir zihinsel çatışma kuramı [mental conflict theory] olarak doğmuştur. Gerçekten de Freud, çatışmayı, insan varoluşunun tanımlayıcı, sürekli ve evrensel bir yönü olarak görmüştür. Bununla birlikte,intrapsişik çatışmanın psikopatolojiyi belirlemedeki rolü ve psikanalitik tedavilerin odak noktası olup olmadığı konusundaki tartışmalar, günümüzdeki pek çok psikanalitik kuramsal ayrışmanın merkezinde yer almaktadır. İntrapsişik çatışma kavramı, ego psikolojisinde ve çağdaş çatışma kuramında merkezi önemini korurken; Klein’cı düşüncede ve diğer nesne ilişkileri kuramlarında değişime uğramış bir konuma sahiptir. Kendilik psikolojisi ve ilişkisel modellerde ise bu kavrama daha sınırlı bir yer verilmektedir.

    Freud’un çatışma kavramına yazılarında ilk kez değinmesi 1894 yılında Fliess’e yazdığı bir mektupta olmuştur. Bu mektupta Freud, nevrozun dört etiyolojik kategorisini sınıflandırmış ve bunlardan birini çatışma olarak belirtmiştir (1894a). Daha sonra Freud (1895a, 1896a), obsesif ve histerik semptomların oluşumunda çatışmanın rolünü ayrıntılı biçimde tanımlamıştır. Başlangıçta daha sınırlı anlamlarda kullanılan çatışma kavramı, kısa sürede Freud’un zihin modelinde merkezi bir konuma yerleşmiştir (1899a). Nihayetinde Freud, nevrozun çekirdek çatışmasını ödipus kompleksi [oedipus complex] olarak tanımlamıştır; bu çatışmada, karşı cinsten ebeveynle ensestüel arzuların tatmini ve aynı cinsten ebeveyne yönelik öldürücü istekler, aynı cinsten ebeveynden cezalandırılma korkusu ve sevgi kaybı endişesi ile bastırılır.

    Freud’un metapsikolojik kuramlarının gelişimi, onun çatışmanın kaynakları, türleri ve sonuçlarına ilişkin görüşlerinin giderek rafine hâle gelmesi olarak değerlendirilebilir. Topografik modelinde, çatışmayı, bilinçdışı arzular ile bilincin ahlaki buyrukları arasında gerçekleşen bir süreç olarak tanımlamıştır. “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme” adlı eserinde (1905b), Freud, çocukluk dönemine ait cinsel arzular ile içselleştirilmiş yasaklar arasındaki çatışmanın bastırmayı zorunlu kıldığını belirtmiştir. Dürtü kuramı geliştikçe Freud, temel dürtülerin neler olduğu konusundaki görüşünü değiştirmiştir; ancak kuramı daima düalistik bir yapıyı korumuştur: birbirine karşıt ya da çatışma içinde olan dürtü çiftleri söz konusudur -cinsel dürtü ile ego dürtüleri ya da kendini koruma dürtüleri, ego libidosu ile nesne libidosu, ve nihayetinde yaşam dürtüsü ile ölüm dürtüsü. Benzer şekilde, Freud’un zihinsel işleyiş ilkeleri de temel karşıtlıklar üzerine kuruludur; örneğin haz ilkesi, gerçeklik ilkesine karşı konumlanır.

    Freud’un, çatışmanın bütünüyle bilinçdışı olabileceğini erken dönemde fark etmesi, onu zihnin yapısal modelini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu modelde çatışma, zihnin üç yapısı -ego, süperego ve id- arasında ve bu yapılar içinde meydana gelir. Tehlikeli cinsel ve saldırgan id istekleri, ya dış gerçekliğin yasaklayıcı koşullarıyla ya da içselleştirilmiş süperego yasaklarıyla çatışma hâlindedir; bu çatışmalar, egonun bir anksiyete sinyali üretmesine neden olur, bu da savunma mekanizmalarını harekete geçirir ve sonucunda uzlaşma oluşumları ortaya çıkar (1923a, 1926a). Yapısal model içinde, id istekleri ile süperego yasakları arasındaki çatışmalar gibi, yapılar arası çatışmalara intersistemik çatışmalar [intersystemic conflicts] denir. Cinsel ve saldırgan dürtüler arasındaki çatışmalar ya da karşıt süperego değerleri arasındaki çatışmalar gibi, aynı yapı içinde meydana gelen çatışmalar, intrasistemik çatışmalar [intrasystemic conflicts] olarak adlandırılır (Hartmann, 1950). Bazı psikanalistler, çatışma kavramının daha ileri düzeyde sınıflandırılmasını önermiş ve bunu yakınlaşma çatışmaları [convergence conflicts] ile uzaklaşma çatışmaları [divergence conflicts] şeklinde ayırmışlardır. Yakınlaşma çatışmaları, arzu ile savunma arasındaki karşıtlığı içeren savunma temelli çatışmalardır. Uzaklaşma çatışmaları ise -ikilem çatışmaları [dilemma conflicts] ya da ambivalans çatışmaları [conflicts of ambivalence] olarak da adlandırılır- birbiriyle yarışan seçenekler arasında tercih yapmayı gerektirir; örneğin bağımlılık ile bağımsızlık arasında kalmak gibi (Rangell, 1963; A. Kris, 1984).

    Freud ve erken dönem ego psikologları, çatışmayı kaçınılmaz bir durum görmüşlerdir; ancak aynı zamanda psikanalizin amacını, çatışmanın “çözümlenmesi” [resolution] ya da en azından azaltılması [diminution] olarak değerlendirmişlerdir. Hartmann (1939a), bazı ego işlevlerinin dürtüsel çatışmalardan görece bağımsız olduğu bir alan fikrini ortaya atmış ve bu alana çatışmasız ego alanı [conflict-free ego sphere] adını vermiştir. Bu alanda yer alan işlevler (örneğin algı, devimsel yetiler, zekâ, dil gibi) doğrudan çatışmadan bağımsız birincil özerkliğe sahiptir; bazı diğer ego işlevleri ise, zamanla savunma temelli çatışmalardan arınarak ikincil bir özerklik [secondary autonomy] kazanır. Hartmann’ın adaptasyona [adaptation] yaptığı vurgu, çatışma ve uzlaşma oluşumlarının normal ya da patolojik sonuçlar doğurabileceği yönünde bir ayrım yapılmasını mümkün kılmıştır. C. Brenner (Arlow ve Brenner, 1964; C. Brenner, 1982), çatışmaya dair daha genişletilmiş bir bakış açısı ortaya koymuş ve çatışmanın yalnızca patolojik değil, aynı zamanda normal işleyişin de kaçınılmaz ve her yerde bulunabilen [ubiquitous] bir parçası olduğunu vurgulamıştır. Brenner’ın modelinde, uyumlu ego işleyişi bile “çatışmasız [conflict free]” olarak görülmez; psikanalizin amacı da çatışmayı ortadan kaldırmak değil, uzlaşma oluşumlarını daha uyumlu sonuçlara yönlendirmektir.

    Tüm çağdaş çatışma kuramcıları, çatışma ve uzlaşma oluşumlarını, psikolojik yaşantının anlaşılması açısından vazgeçilmez unsurlar olarak görürler. Modern çatışma kuramcıları olarak adlandırılan kuramcılar -örneğin Brenner (2002, 2003)- tüm zihinsel etkinliklerde çatışma ve uzlaşmanın merkezî rol oynadığını öne sürmüş, ancak aynı zamanda Freud’un yapısal kuramını reddetmişlerdir. Brenner’ın görüşünü kabul etmeyen çağdaş çatışma kuramcıları, yapısal kuramın kavramlarının şu alanların tanımlanması açısından vazgeçilmez olduğunu savunurlar: gelişim, bireyleri tanımlayan istikrarlı zihinsel örgütlenmelerin varlığı, yalnızca uzlaşma oluşumlarındaki değişimlerle açıklanamayacak türdeki psişik değişim, duygudurum bozukluklarını içeren psikopatolojiler ve diğer ego yetersizlikleri. Ayrıca, bu kuramcılar, yapısal terimlerin, benzer metapsikolojik işlevlere hizmet eden çatışmaların, uzlaşmaların ve süreçlerin istikrarlı kümelerini betimlemek açısından da yararlı olduğunu savunurlar; örneğin, gerçeklikle ilişkiler, vicdan işlevleri ve dürtüler gibi alanlarda.

    Çağdaş psikanalitik perspektifler, gelişimsel meselelerin çatışmayla ilişkisi konusunda artan bir şekilde farkındalık geliştirmiştir. Çatışmalar, gelişim süreci boyunca, tehlike durumları [danger situations] olarak bilinen, önceden kestirilebilir bir dizi tehdide yanıt olarak ortaya çıkar. Normal erken gelişim sürecinde, preödipal çatışmalar [preoedipal confl icts], çocuğun hem çevresiyle, hem karşıt istek ve duygularıyla, hem de süperego öncülleri ile dürtüler arasında ortaya çıkar. Preödipal çatışmalarda çocuğun karşılaştığı tehdit, sevginin ve sevilen nesnenin kaybına ilişkin fantezileştirilmiş bir tehlikedir. Daha karmaşık bir yapıya sahip olan ödipal çatışmalar [oedipal conflicts], çocuğun hem üçlü nesne ilişkileri kurabilme kapasitesini, hem de ego olgunlaşması ve gelişiminin diğer yönlerini ortaya koyar. Ödipal evrede, çocuğun karşılaştığı tehdit, yaralanma ve sakatlanmaya (yani kastrasyon karmaşası [castration complex]) ilişkin fantezileştirilmiş bir tehlikedir. Bu aşamadan sonra, içselleştirme ve özdeşim süreçleri aracılığıyla, başlangıçta ebeveyn denetimleriyle ilişkili olan yasaklayıcı güçler, çocuğun kendi zihni içinde yerleşik hâle gelir. Bunu izleyen süreçte, içselleştirme ve özdeşim yoluyla, başlangıçta ebeveyn denetimleriyle ilişkili olan yasaklayıcı güçler, çocuğun kendi zihni içinde yerleşik güçler hâline gelir. Bu süreç, süperego oluşumunda açıkça görülür ve ödipus kompleksinin çözümlenmesiyle ulaşılan önemli bir gelişimsel dönüm noktasıdır. Bu evrede çocuğun karşılaştığı tehdit, artık süperegonun kınamasıdır. Bazı çatışmalar, gelişim süreci ilerledikçe az çok çözümlenirken, diğerleri yaşam boyu devam eder ve bu durum, farklı derecelerde psikopatolojiye yol açabilir. Çatışmanın dışavurum biçimleri, bireyin gelişimsel düzeyine, psikopatolojinin niteliğine ve kültürel etkenlerin etkisine bağlı olarak değişkenlik gösterir. Çocuk psikanalistleri, aynı zamanda gelişimsel çatışmaları [developmental conflicts] da tanımlar; bu çatışmalar normal, ayırıcı özellik taşıyan, öngörülebilir ve genellikle geçici niteliktedir (Nagera, 1966; P. Tyson ve R. Tyson, 1990). Bu tür çatışmalar, çocuğun içinde işleyen olgunlaşma güçlerinin [maturational forces], onu çevresiyle çatışmaya sokması sonucunda ortaya çıkar. Dışsal talebin içselleştirilmesi az çok tamamlandığında, bu özgül gelişimsel çatışma ortadan kalkar ve böylece yapısallaşma [structuralization] ile karakter oluşumu [character formation] yönünde bir adım daha atılmış olur.

    Farklı psikanalitik kuramsal ekoller, çatışmanın hangi unsurları merkezde barındırdığı ya da çatışmanın patolojinin oluşumu ve/veya çözümündeki merkezi rolünün ne ölçüde önemli olduğu konusunda farklı kavramsallaştırmalara sahiptir. Örneğin, Klein’cı kuramda, erken gelişim dönemindeki çatışmaların büyük bir bölümü, nesneye yönelik saldırgan ve sevgi dolu duygular arasındaki çatışma olarak değerlendirilir. “Tamamen iyi [all good]” ve “tamamen kötü [all bad]” nesneleri birbirinden ayrı tutma gereksinimi, iyi olanı koruma amacıyla, bölme [splitting] ve ilkel yansıtma biçimleri -örneğin yansıtmalı özdeşim [projective identification]- gibi çeşitli savunma manevralarının gelişmesine yol açar. Nesneye yönelik sevgi ve nefret duyguları arasındaki çatışmaya tahammül edebilmeyi öğrenmek, bütün nesne ilişkileri [whole object relations] ve nesneye yönelik gerçek bir ilgi ile tanımlanan depresif konuma ulaşmanın merkezinde yer alır. Ambivalans töleransı [tolerance of ambivalence], ruh sağlığının en temel belirleyicisi olarak görülür.

    Tüm psikanalitik ekollere mensup pek çok kuramcı, bunlar arasında çağdaş çatışma kuramcılarının birçoğu da dâhil olmak üzere, bazı patolojik ego işlevlerinin oluşumunda, biyolojik yatkınlıklar, çevresel travmalar ya da yoksunluklar sonucunda ortaya çıkan eksikliklerin [deficits] katkısını kabul etmişlerdir. Bu kuramcılar, ya/ya da biçiminde kutuplaşmış bir bakış açısı yerine, psikopatolojinin hem çatışma hem de eksiklik [deficit] perspektiflerinden anlaşılması gerektiğini kabul ederler ve bu nedenle birleştirilmiş tedavi yaklaşımlarının gerekli olduğunu savunurlar. Bazı diğer kuramlar ise eksiklik modeline öncelik verir; örneğin, Kendilik Psikolojisi, yetersiz empatik ebeveynlik nedeniyle kendilikte oluşan bozulmalara odaklanır ve terapötik etkinin temel bileşenlerini hem çatışmanın yorumlanması hem de analistin empatik anlayışı olarak görür (Kohut, 1984). Bunun da ötesinde, bazı kuramcılar odaklarını hem çatışma hem de eksiklik kavramlarının dışına taşımışlardır. Örneğin, ilişkisel kuramcılar ve kişilerarası kuramcılar, içsel dünyanın başkalarıyla kurulan ilişkiler içinde biçimlendiğini vurgulayan bir modele yönelmiş ve bu doğrultuda intrapsişik çatışmanın rolünü ikinci plana itmişlerdir.

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Conflict. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 39).

  • Dürtü / İçgüdü Nedir?

    Dürtü [drive], psikanalitik literatürde zaman zaman içgüdü [instinct] ya da içgüdüsel dürtü [instinctual drive] olarak da adlandırılsa da, özünde bireyin biyolojik gereksinimlerinden kaynaklanan, süreklilik arz eden içsel bir güdüsel baskının zihinsel temsili olarak tanımlanır; bu baskı zihinsel etkinliği uyarır ve dolayısıyla tüm insan psikolojik yaşantısının temelini oluşturur. Zihne ilişkin bazı kuramsal modellerde (Freud’un özgün modelinde olduğu gibi), insan davranışı, içselleştirilmiş düzenleyici yapılar (ego ve süperego), kendilik deneyimi ve önemli nesnelerle kurulan ilişkisel deneyimlerin düzenleyici etkisi altında, çatışma ya da iş birliği içinde işleyen libidinal ve saldırgan dürtülerin [libidinal and aggressive impulses] bir yansıması olarak kavramsallaştırılır. Başka bir deyişle, dürtüler asla saf hâlleriyle var olmazlar; her zaman içsel psişik yapılarla ve ilişkisel yaşantılarla şekillenen karmaşık bir bütünlük içinde değerlendirilirler.

    Psychoanalytic Terms and Consepts

    “Zihinsel yaşamımızın tüm akışı ve düşüncelerimizde ifadesini bulan her şey, fiziksel yapımızda doğuştan var olan çok yönlü içgüdülerin [dürtülerin] birer türevi ve temsilcisidir.” (Freud, 1932c, s. 221)

    “[The] İçgüdü [drive]), bize zihinsel ile bedensel olanın sınırında yer alan bir kavram olarak görünür; organizmanın içinden kaynaklanıp zihne ulaşan uyarımların psişik temsilcisi olarak, bedenle olan bağlantısı sonucunda zihne yöneltilen çalışma talebinin bir ölçüsüdür.” (Freud, 1915c, s. 121–122)

    Almanca fiil Treiben, genel anlamıyla “harekete geçirmek” demektir; en eski anlamı ise “sığır gütmek”tir. Bu fiil, aynı zamanda bitkilerin büyümesini sağlamak, metali damgalamak, maden oyuğu açmak, dil pratiği yapmak, ticaret yapmak, para harcamak, ya da yaramazlık yapmak anlamlarında da kullanılır -Almanca’da tüm bu eylemler için Treiben fiili geçerlidir. Aynı şekilde, birini kaçmaya zorlamak, sınırına kadar itmek ya da bir şey yapmaya mecbur hissetmek anlamlarını da taşır.

    İsim olarak Trieb da aynı derecede geniş bir güç ve çeşitlilik alanını kapsar. Bitkiler söz konusu olduğunda filiz, sürgün ya da dal anlamına gelir; hayvanlar ve insanlar için ise dürtü, eğilim, meyil, istek ya da içgüdü anlamlarını taşır -bunların hepsi Trieb kelimesiyle ifade edilir; ancak kişi kendi arzularına teslim olduğunda, bu kelime pejoratif bir anlam kazanır. Triebleben, “dürtüsel yaşam [instinctual life]” anlamına gelirken Triebhaft, “içgüdüsel [instinctive]” demektir. Fizikte, Trieb “itici güç [motor force]” anlamındadır ve birçok bileşik sözcükte yer alır: Triebfeder esas sebep [mainspring], Triebkraft itici güç [driving force] demektir. Triebstoff, kelime anlamıyla “itici şaft [driving stuff]” demektir ve “yakıt” anlamında kullanılır.

    James Strachey, Trieb terimini “içgüdü [instinct]” olarak çevirmeyi seçmiş olsa da, İngilizce “dürtü [drive]” kelimesi, Almanca’daki karşılığı gibi gündelik kullanımda yer alan bir sözcüktür. Bu kelime, canlı varlıklardaki değişim ve etkinlik ilkesini içerir. Dinamik açıdan bakıldığında, bu kavram antik Yunanca physis [büyüme ve değişim kaynağı] kavramına oldukça benzer. 1780 yılında Schiller, Freud’un da yakından bildiği bir denemesinde Trieb üzerine yazmış ve şu cümleyi kurmuştur: “Hayvani dürtüler, entelektüel dürtüleri uyandırır ve genişletir.” Freud, sıklıkla Schiller’in “Die Weltweisen” adlı şiirine atıfta bulunarak, “iki en güçlü güdüsel kuvvetin -açlık ve sevgi [hunger and love]- etkisinden” söz etmiştir (1899a, s. 316). Freud, Trieb sözcüğüne dayanan kırk beşten fazla terim türetmiştir; bunlardan biri de Strachey’nin “içgüdüsel çatışma [instinctual conflict]” olarak çevirdiği Triebkonflikt terimidir. Ayrıca Freud, dürtüleri çok çeşitli biçimlerde nitelendirmiştir: cinsel dürtüler [sexual drives], ego dürtüleri [ego-drives], benliği koruma dürtüsü [drive for self-preservation], saldırgan dürtüler [aggressive drives], iktidar dürtüsü [drive for power], egemenlik dürtüsü [drive for mastery], yıkıcı dürtü [destructive drive], yaşam dürtüsü [life-drive], ölüm dürtüsü [death-drive], bilme dürtüsü [drive for knowledge] ve sosyal dürtü [social drive] bunlar arasındadır. Bu liste, kısmi dürtüler [partial drives] sınıflandırmasını bile içermemektedir. Aynı şekilde, Freud’un dürtü Trieblehre de bu bağlamda anılmamaktadır. Sonuç olarak Trieb terimi, iki farklı anlam düzeyinde kullanılmaktadır: Birincisinde, belirli bir zihinsel dinamiğin altında yatan güçleri ifade eder; bu durumda Freud, “içgüdüsel itkilerde [instinctual impulses]” kendini gösteren bir dürtü ya da dürtülerden söz eder (1915c, s. 124);ya da, alternatif olarak, o, bu durumda daha kapsayıcı bir dinamiği ifade eder; Freud bu anlamda dürtü, ya da yaşam dürtüsü [life-drive] ve ölüm dürtüsü [death-drive] terimlerine başvurmuştur.

    Dil, bize “dürtü” kavramının anlamına ilişkin sabit bir yön sunar: canlı organizmalarda içkin olan ve nihai olarak tüm eylemlerinin temelinde bulunan hareket ettirici ilke. Bir dürtü, etkinliktir [A drive is activity].

    Libido [libido] kavramı 1894 yılında psişik cinsel uyarılma [psychical sexual excitation] olarak ortaya konar konmaz, “anksiyete nevrozu mekanizmasının kavramı daha açık hale getirilebilsin” diye bir cinsel dürtü [sexual drive] taslağına da ihtiyaç duyulmuştur (Freud, 1895b [1894], s. 108). Başlangıçta cinsel dürtü, kavramsal bir düzleme aitti. Bu dürtü, organik cinsel süreçlerin enerjisinin psişik cinsel enerjiye -ya da libidoya- dönüşmesini sağlayan göreli olarak sürekli bir evre ve yer değişimini ifade ediyordu. Dolayısıyla cinsel dürtü, bu geçişin kendisine ve onun dinamiğine gönderme yapar; libido’nun kavramsal karşılığıdır.

    Kısa sürede üç sabit unsur ortaya çıkmıştır. Dürtü ve kuram: “dürtü” psişik süreçlerin dinamik olarak anlaşılması için gerekli olan temel bir kavramdır. Tıpkı fizikte manyetik ya da yerçekimsel alanların etkilerinden çıkarımla kavranması gibi, dürtü de etkilerinden yola çıkarak anlaşılır. Dürtü ve biyoloji: dürtü kuramı, psikanalitik kuramın bedensel süreçlere dayanan ve bu nedenle biyolojiyle sınır oluşturan bölümüdür (Freud, Brown-Séquard’ın 1899 tarihli deneylerinden haberdardı). Dürtü, cinsellik ve libido: Freud’un bütün çalışmaları cinsel dürtü üzerine odaklanmıştır. Dürtü hangi yapısal karşıtlıklar içinde ele alınırsa alınsın, insani zihinsel yaşamın en baskın dinamik referansı olarak kalır ve bu nedenle libido biçiminde ifade edilir.

    Freud bu kavramı sonradan keskinleştirip ayrıntılandıracak olsa da, dürtü kavramı daha 1894 yılında en az üç farklı anlamda tahammül sınırlarını aşan [transgresif] bir nitelik taşımaktaydı:

    1. İnsani zihinsel yaşamda cinselliğin önemini vurguladı.
    2. Beden/zihin düalizmini altüst etti.
    3. Ve bunu yaparken, Aristoteles’in ve dönemin matematikçileri ile fizikçilerinin tarzında, kararlı ve bireyselleşmiş biçimlerin gerçekleşmesinde dinamik etmenin önceliğini yeniden tesis etti.

    Freud, dürtü kuramında birbirini izleyen üç “aşamayı” ayırt etmiştir: “cinsellik kavramının genişletilmesi”, “narsisizm varsayımı” ve “[dürtülerin] regresif niteliğinin ileri sürülmesi” (1920g, s. 59). Bu aşamaları Freud’un başlıca eserlerinde izlemek mümkündür: İlk olarak, Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Three Essays on the Theory of Sexuality, 1905d); ardından, “Narsisizm Üzerine: Bir Giriş [On Narcissism: An Introduction, 1914c]” ile 1915’te yazılıp 1924’te yayımlanan metapsikolojik yazılar; ve son olarak, Haz İlkesinin Ötesinde [Beyond the Pleasure Principle, 1920g].
    İlk aşama, cinsel dürtüyü bileşen kısmi dürtülere ayırmış ve çocukluk ccinselliğinin önemini vurgulamıştır. İlk aşama, cinsel dürtüyü bileşen kısmi dürtülere [component partial drives] ayırmış ve çocukluk cinselliğinin önemini vurgulamıştır. İkinci aşama, ego ve narsisizm gibi, temel düzeyin ötesinde daha geniş boyutlu yeni psişik oluşumlar üretmiştir. Bu aşamada dürtü düalizmi [drive dualism] ile ilgili bir güçlük ortaya çıkmıştır; buna karşın, dürtü, onun basıncı [pressure] ve psişik temsilcileri [psychical representatives] açık biçimde tanımlanmıştır. Üçüncü aşama, yaşam dürtüsü ve ölüm dürtüsünü ortaya koymuş, böylece tüm ruhsal yaşamı ve tüm maddeyi kapsayan geniş bir düalizm kurulmuştur. Her aşamada Freud, dürtü kavramının alanını genişletmiş, ancak önceki bilgileri ya da daha sınırlı bakış açılarını asla bütünüyle terk etmemiştir.

    Freud’un, “cinsel dürtünün temel özellikleri ve gelişim süreci üzerine yaptığı kapsamlı inceleme” (1905d, s. 173), onu hem dilsel hem de geleneğe dayalı sınırların çok ötesine taşımış ve bu araştırmaya dayanarak psikanalizin dinamiğini temellendirmesine olanak sağlamıştır. Dürtüler kuramı öylesine merkezi bir önem taşımaktaydı ki Freud -diğer temel eserlerinde uyguladığının aksine- bu kuram geliştikçe Üç Deneme’yi sürekli olarak yeniden gözden geçirmiş, nihayet 1924 baskısında kitaba fallik evre ve birincil mazoşizm gibi kavramları eklemiştir. Yine de, Freud’un 1924’teki hatırlatmasına güvenecek olursak, psikanaliz kuramını oluşturan unsurların 1905 yılı itibarıyla zaten yerleşmiş olduğu kabul edilebilir: “Bunlar; içgüdüsell yaşamın (duygulanımsallığın [affectivity]) vurgulanması, zihinsel dinamiklerin önemi, görünüşte en karanlık ve rastlantısal zihinsel olguların bile her zaman bir anlam ve nedensellik taşıdığı gerçeği, psişik çatışma kuramı ve bastırmanın patojenik doğası, semptomların ikame doyumlar olduğu görüşü, cinsel yaşamın nedensel öneminin tanınması, ve özellikle de çocukluk cinselliğinin başlangıç evresine ilişkin kabulüdür” (1924f, s. 198).

    Bu etkenler, sıralanışlarının da gösterdiği üzere, Üç Deneme’de geliştirilen kurama dayanır. Cinsel dürtü, ilkin “doğal” nesnesi olan karşı cinsten yetişkinden ayrıştırılmış, ardından da çocuklukta ortaya çıkan kısmi dürtülere -oral dürtü, anal-sadistik dürtü vb.- ayrılmıştır.

    Bunlar [kısmi dürtüler], kaynakları [source], yani bedensel bir erotogen bölge; amaçları [aim], yani uyarılmanın deşarj yoluyla sona erdirilmesi ve en değişken öge olan nesneleri [object] bakımından tanımlanırlar. İzleyebilecekleri olası yollar çeşitlidir: yetişkin cinsel etkinliğinde ön sevişme; nevrozlarda bastırma ve semptomatik dışavurum; perversiyonlarda fiksasyon ve tek yönlülük; ve nihayet tüm savunma oluşumları -tepki oluşturma (reaction formation), amaç açısından ketlenme (inhibition as to their aim), yüceltme (sublimation) vb.

    Böylece, yetişkin cinselliğinin çeşitliliği, onun “polimorfik bir şekilde sapkın” çocukluk gelişimi ile açıklığa kavuşur -ve normal ile patolojik arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. İnsan cinselliğinin oluşumundaki iki evre -önce erken çocukluk, ardından ergenlik- dürtü enerjisinin “engellenmesini” [damming up] ve bireyin psişik gelişiminin, cinsel dürtüler pahasına savunmaların kurulması yoluyla açıklamaktadır. “Dürtülerin doğasına ilişkin en basit ve en olası varsayım, dürtünün kendisinin herhangi bir nitelikten yoksun olduğu ve zihinsel yaşam açısından yalnızca zihinden talep edilen çalışma miktarının bir ölçüsü olarak görülebileceğidir.” (1905d, s. 168) Dürtü dinamiklerinin değişkenliği ve plastisitesi, bu anlayış açısından temel önemdedir; çünkü bu bakış, bireyin ve kültürün gelişimini, dürtünün gelişim süreci boyunca ele alır.

    Cinsellik kavramının genişletilmesine ilişkin olarak Freud şöyle yazar: “Bu olgular, cinsel içgüdüler [dürtüler] ile benlik içgüdüleri [dürtüler] (kendini koruma içgüdüleri [dürtüleri]) arasında bir karşıtlık kurularak açıklanabilir; bu da, halk arasında söylenen açlık ve aşk dünyayı döndürür deyişine uygundur: libido, aşkın gücünün dışavurumuydu; açlık ise kendini koruma dürtüsünün. Benlik dürtülerinin doğası, o dönemde henüz tanımlanmamıştı ve benliğin diğer tüm özellikleri gibi, çözümlemeye kapalıydı.” (1923a [1922], s. 255) Dolayısıyla, psişik çatışmanın bir bileşeni olarak benlik dürtüleri, Freud’un kuramında vazgeçilmez bir konuma sahipti.

    Freud, 1911 yılında Schreber vakasıyla birlikte dürtüler üzerine araştırmasını sürdürürken, başlangıçta kendisini “desteksiz” durumda görmüştür; çünkü benliğe yönelik libidinal yatırım kavramı, dürtü düalizmini ortadan kaldırıyor gibi görünmüştür. “Böylece, kendini koruma içgüdüleri [dürtüler] de libidinal bir nitelik taşımaktaydı: bunlar, dış nesneler yerine öznenin kendi benliğini nesne olarak alan cinsel içgüdüler [dürtüler] idi. Kendini koruma içgüdülerinin libidosu, artık narsisistik libido [narcissistic libido] olarak tanımlanmıştı ve bu yüksek düzeydeki kendini sevmenin, birincil ve normal durum olduğu kabul edilmişti. Bu nedenle, daha önce aktarım nevrozları için ortaya konan formülün düzeltilmesei değil, fakat değiştirilmesi gerekiyordu. Cinsel içgüdüler ile benlik içgüdüleri arasındaki çatışmadan söz etmek yerine, nesne-libidosu ile benlik-libidosu arasındaki çatışmadan ya da -bu içgüdülerin [dürtülerin] doğası aynı olduğundan- nesne yatırımları [object cathexes] ile ego arasındaki çatışmadan söz etmek daha uygun olacaktı.” (1923a [1922], s. 257)

    1914 ile 1920 yılları arasında, dürtü düalizmi artık ortadan kalkmıştır.
    Dürtünün sürekli ve kesintisiz basıncı, haz ilkesiyle birlikte, hem psişik dinamikleri hem de psişik oluşumların çeşitliliğini (karşıkateksis ve ilk bastırma yoluyla) açıklamak için yeterli görülmüştür. “Bir içgüdünün [dürtünün] basıncı derken, onun motor ögesini, yani temsil ettiği güç miktarını ya da zihinden talep ettiği çalışma ölçüsünü anlarız. Basınç uygulama özelliği, tüm içgüdülere [dürtülere] ortak bir niteliktir; gerçekte bu, onların özünü oluşturur.” (1915c, s. 122) Freud, dürtüyü psişenin temelinde yer alan potansiyel bir durum olarak evrenselleştirerek, dürtülerin nasıl ortaya çıktığını da açıklamıştır: Dürtüler, bilinçdışında işleyen kuvvetlerdir ve bastırma yoluyla açığa çıkan ikili temsil biçimleri -düşünceler [ideas] ve duygulanım kotaları [quota of affect]- aracılığıyla kendilerini gösterirler.

    Dinamik düzeyde monist ancak ortaya çıkardığı etkiler bakımından düalist olan -her ne kadar böylesi bir düalizm niteliksel dinamiklerin çoğunda yaygın olsa da- bu durumdan hoşnut olmayan Freud, şu varsayımı öne sürmüştür: “Yaşamı oluşturan ve ölüme götüren süreçler üzerine yapılan geniş kapsamlı bir değerlendirme temelinde, organizmadaki yapım [construction] ve çözülme [dissolution] süreçlerine karşılık gelen iki tür [dürtünün] varlığını kabul etmemiz gerektiği olasılığı belirginleşmektedir.” (1923a, s. 258) Haz İlkesinin Ötesinde’de [Beyond the Pleasure Principle] (1920g), Freud, iki tür dinamiğin etki ettiği bir alan kurmuştur; bu alanın alt tabakası (substratı), cansız madde ile canlı özden oluşur. Bunlardan biri, saf durağanlığa gönderme yapar: ölüm dürtüleri [the death-drives]. Diğeri ise, varlığını sürdüren canlılarda sürekliliğe ve esnek bir dengeye işaret eder: yaşam dürtüleri ya da Eros [the life-drives, or Eros]. Bu alan, id, ego ve süperegoyu kapsayacak biçimde genişletilmiş bir psişik aygıtı barındırır; burada temel dürtüler, libido, yıkıcılık ve mazoşizm biçimlerinde ortaya çıkar. Freud’un ifadesiyle: “İçgüdüleerin iki sınıfının arasındaki karşıtlık yerine, aşk ve nefret [love and hate] kutuplaşmasını koyabiliriz.” (1923b, s. 42)

    Bu noktadan itibaren, dürtünün dinamikleri ve alanına ilişkin bu model yeterli görülmüştür. Ancak, yaşam dürtüleri ve ölüm dürtüleri kuramı, hâlâ bu modele tam olarak sığmayacak kadar çeşitli önermeleri içinde barındırmaktaydı. Birçok etkenin hâlâ yerli yerine oturtulması gerekiyordu.

  • Psikanaliz Nedir?

    Psikanaliz [psychoanalysis]

    Freud’a göre, bir zihin kuramı, araştırmacı bir yöntem, zihinsel bozukluklar için bir tedavi biçimi. Tedavi yöntemi olarak, birçok yıl boyunca haftada birden çok seansı içerir. Psikanalizde hastayı anlamanın ve tedavi edici şekilde etkilemenin başlıca araçları olarak serbest çağrışım, bilinçdışı zihinsel işleyişe dair gözlemler, aktarım ve karşı aktarımın incelenmesinden yararlanılır.

    TEMEL PSİKANALİZ SÖZLÜĞÜ

    Psikanaliz [psychoanalysis], Sigmund Freud tarafından ortaya konmuş ve daha sonra başkaları tarafından geliştirilmiş bir disiplindir; odağı, insan ruhsal yaşamının doğasını anlamaktır. Psikanaliz, bir zihin kuramını, psikopatolojinin bazı yönlerine ilişkin bir kuramı, bir tedavi yöntemini ve zihni araştırmaya yönelik bir yöntemi içerir (Freud, 1923c). Psikanaliz ayrıca, psikanalitik klinik uygulamalarla ilgilenen ruh sağlığı uzmanlarından oluşan bir mesleki alanı da kapsar. Bu alanda aynı zamanda, psikanalitik kuramın gelişimine katkı sunan ya da psikanalitik kuramı başka disiplinlere uygulayan çeşitli disiplinlerden kuramcılar ve araştırmacılar da yer alır.

    Psikanalitik zihin kuramı, psikolojik yaşamın çeşitli yönlerinin etkileşimini vurgular:

    1. bilinçdışı ruhsal yaşamın, özellikle de bilinçdışı çatışmaların etkisi;
    2. güdülenmenin değişken seyri, ki buna arzular, ahlaki zorunluluklar, bağlanma gereksinimleri ve narsisistik çabalar dahildir;
    3. zihnin çok sayıda özgül örgütleyici yapısı ve/veya işleyişi; bunlar arasında kendilik ve nesne temsilleri, fanteziler, çatışmalar, karakter, ayrıca savunma, uzlaşım ve gerçeklik sınaması gibi, kendilik düzenlemesi ve uyum süreçlerine katkıda bulunan çok sayıda ego işlevi yer alır; tüm bunlar arasındaki dinamik ilişkiler de bu kapsamda değerlendirilir;
    4. gelişimsel bakış açısı: bu perspektif, önceki tüm ruhsal yaşam ögelerini anlamaya yönelik bir çerçeve sunar. Hem doğuştan gelen hem de çevresel etkenleri dikkate alır ve geçmiş yaşantıların şimdiki zamanda nasıl varlığını sürdürdüğü konusundaki karmaşıklıkları ele alır.

    Psikanalitik psikopatoloji kuramı, bu etkileşim halindeki psikolojik etmenlerin, başta nevroz ve karakter patolojileri olmak üzere, çeşitli türdeki ruhsal acılarda nasıl rol oynadığını ele alır. Psikanalitik tedavi, psikolojik yaşamın derinlemesine keşfine dayanır. Bu süreçte özellikle şu alanlara vurgu yapılır: danışanın ruhsal çatışmayı nasıl yönettiği; psikolojik yaşantısının tamamını fark etmekten nasıl kaçındığı (direnç); ve, bu ruhsal yaşantıyı tedavi süreci içinde nasıl dışavurduğu ya da sahnelediği (aktarım ve direnç). Psikanalitik tedavinin amacı, hastanın ruhsal yaşantısını derinleştirmek ve genişletmektir; bu sayede, hem ruhsal acının hafifletilmesi hem de adaptif işlevselliğin geliştirilmesi hedeflenir.

    Psikanalitik araştırma yöntemi, psikanalitik tedavi ortamıyla örtüşür. Her ikisi de, analist ile hasta arasında gerçekleşen, paylaşılan içe bakış [communicated introspection] sürecine dayanır. Geleneksel olarak, psikanalitik araştırma yöntemi, serbest çağrışım tekniğini ve tedavi deneyiminin bizzat kendisinin keşfini içerir; bu keşif sürecinde en çok üzerinde durulan ise, hastanın aktarımının ve direncinin değişken seyridir. Her ne kadar psikanalitik kuram büyük ölçüde klinik verilerden türetilmiş olsa da, aynı zamanda şu komşu disiplinlerin bulgularından da etkilenmiştir: gelişim psikolojisi, genel psikoloji (özellikle bilişsel sinirbilim ve sosyal psikoloji), psikiyatri, sosyal bilimler (örneğin antropoloji ve sosyoloji) ve beşeri bilimler (özellikle felsefe ve edebiyat). Aynı zamanda, psikanaliz, yalnızca bu komşu disiplinler üzerinde değil, eğitim, hukuk ve kültür çalışmaları üzerinde de etkili olmuştur. Son olarak, psikanaliz, ruh sağlığı alanında uygulanan birçok terapi türünden sadece biri olsa da, duygusal acıya yönelik neredeyse tüm psikolojik tedavi biçimlerine önemli katkılarda bulunmuştur.

    Freud, ilk çalışmalarında hastalarını tedavi etme yöntemine “ruhsal analiz [psychical analysis]”, Freud, 1894c) ya da “psikolojik analiz [psychological analysis]”, Freud, 1894e) adını vermiştir. Ancak, 1896 yılında, bu tedavi yöntemini tanımlamak üzere ilk kez psikanaliz [psychoanalysis] terimini ortaya koymuştur (Freud, 1896d). Aynı yıl içinde, Freud (1896b), Fliess’e yazdığı bir mektupta, “bilinçdışılığı” ile karakterize edilen zihinsel “kayıtlar” fikrine dayanan bir “yeni psikoloji” geliştirme yolunda da önemli bir ilerleme kaydettiğini belirtmiştir. Freud, yazı hayatı boyunca psikanalize dair birden çok tanım sunmuştur. Bu tanımlar arasında en ünlüsü ve en sık alıntılananı, Freud’un bir ansiklopedi makalesinde yer verdiği tanımdır. Freud (1923c) burada şöyle der: “Psikanaliz, şu üç şeyin ortak adıdır: 1) başka hiçbir yolla neredeyse erişilemeyen zihinsel süreçleri araştırmaya yönelik bir yöntem, 2) bu araştırmaya dayanan, nevrotik bozuklukların tedavisine yönelik bir yöntem, ve 3) bu yöntemle elde edilen psikolojik bilgilerin bir araya gelmesiyle giderek oluşan yeni bir bilimsel disiplin.” Freud, başka yerlerde bu bileşenleri daha ayrıntılı biçimde tanımlamaya yönelik çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Zaman zaman, bu daha özgül bileşenlere “sloganlar/parolalar [shibboleths]” diyerek, analistleri analist olmayanlardan ayıran ayırt edici unsurlar olarak tanımlamıştır. Bu unsurlar arasında şunlar yer alır: Ödipal kompleksin merkezî rolü (1905b), düş kuramı (1914d, 1933a), ve “ruhsal aygıt”ın id, ego ve süperego olarak bölünmesi (1938a). Bununla birlikte, Freud (1898a, 1901, 1923a, 1925d) psikanalizi en sık şu şekilde tanımlamıştır: “Bilinçdışı ruhsal süreçlerin bilimi.” Daha özel olarak Freud, bastırma kuramının, psikanalitik kuramın yapısının dayandığı “köşe taşı” olduğunu savunmuştur; bu kuram, kaçınılmaz biçimde aktarım ve direnç fenomenlerine götürür. Freud (1914d), zihni araştıran ve aktarım ile direnç fenomenlerinden yola çıkan her yaklaşımın kendini psikanaliz olarak adlandırabileceğini ileri sürmüştür. Son olarak Freud (1898a), psikanalizi “metapsikoloji” kavramı çerçevesinde tanımlamaya çalışmıştır; bu bağlamda psikanaliz, “psikolojinin ötesine geçerek”, bilinçdışının psikolojisi haline gelir. Freud, metapsikoloji kavramını ayrıntılandırırken (1915g), zihinsel süreçlerin tam bir betimlemesi için şu üç bakış açısının birlikte ele alınmasının gerekli olduğunu savunmuştur: topografik bakış açısı, dinamik bakış açısı ve ekonomik bakış açısı. (Rapaport ve Gill (1959), psikanalizin özünü metapsikolojik temeller üzerinden tanımlama yaklaşımını daha da geliştirerek, bu bakış açılarına şu üç boyutu da eklemişlerdir: yapısal bakış açısı, genetik bakış açısı ve adaptif bakış açısı.) Jones (1946), Freud’un psikanaliz tanımını şu şekilde özetlemiştir: Psikanaliz, bilinçdışını inceleyen ve bu inceleme sırasında serbest çağrışım tekniğini kullanarak aktarım ve direnç fenomenlerini çözümleyen bir çalışmadır.

    Jones’un özetinin taşıdığı açıklığa rağmen, psikanalizin kuramı ve tekniğine dair tartışmalar, en başından bu yana var olmuştur. Zaman içinde, çeşitli psikanalitik düşünce ekolleri ortaya çıkmış ve böylece günümüz psikanalitik ortamı, kuramsal çeşitlilik ile karakterize edilir hale gelmiştir. Bu ekoller, birbirlerinden şu açılardan ayrılır: zihin modeli, psikopatolojiye ve gelişime dair bakış açıları, tedavi edici etkiye ilişkin kuramları ve klinik uygulama teknikleri. Bu düşünce ekollerine örnek olarak şunlar verilebilir: ego psikolojisi, Kleinci psikanaliz, çeşitli nesne ilişkileri kuramları, kendilik psikolojisi, kişilerarası psikanaliz, ilişkisel psikanaliz, Jungyen psikoloji ve Lakancı psikanaliz.

    Alan yazınında, bu farklı düşünce ekollerinin ortak bir zemini paylaşıp paylaşmadığı konusunda görüş birliği yoktur (A. M. Cooper, 1985; Wallerstein, 1992; Rangell, 2007). Bazılarına göre bu kuramlar uzlaştırılabilir, bazılarına göreyse temelden uzlaşmazdır. Bu kuramsal çeşitliliğin klinik uygulamalardaki yansımaları ise son derece geniş kapsamlıdır. Her ne kadar farklı kuramsal yönelimlere sahip birçok çağdaş psikanalist, hâlâ serbest çağrışımı ve aktarım ile direncin çözümlemesini merkezî teknikler olarak benimsemeye devam etse de, aynı analistler şu gibi konularda birbirleriyle görüş ayrılığına düşebilirler: Hastanın ruhsal yapılanmasında çatışma [conflict] mı yoksa eksiklik [deficit] mi daha belirleyicidir? Analistin empatisinin ve/veya karşıaktarımının yorumsal işlevdeki rolü nedir? Bazı analistler ise, aktarım ve direncin yorumlanmasını reddederek, bunun yerine analist ile hasta arasındaki burada-ve-şimdi ilişkisinin keşfine öncelik verirler. Bu yaklaşımda şu unsurlar öne çıkar: öznelerarasılık, analitik durumun birlikte inşası [co-construction], ve/veya analitik ilişkinin sözel olmayan yönlerinin terapötik yararı. Günümüz analistleri, uzun süredir evrensel klinik ilkeler olarak kabul edilen şu konularda da görüş ayrılığı içindedir: yoksunluk [abstinence], tarafsızlık [neutrality] ve anonimlik [anonymity]. Bazı analistler, analistin ölçülü kendini açmalarının [self-disclosures] analitik süreci kolaylaştırabileceğini savunurlar ve tarafsızlığın aslında engelleyici bir kurgu olduğunu, bu nedenle bir ideal olarak korunmaması gerektiğini ileri sürerler. Tartışmaya yol açan diğer konular arasında ise şunlar yer alır: psikanalitik tedavinin uygun sıklığı, divanın (kanepe) kullanımı, seansların süresi ve hatta tedavinin telefon aracılığıyla yürütülüp yürütülemeyeceği gibi meseleler. Bununla birlikte, alandaki yaygın tartışmalara karşın, tüm analistler arasında gözlemlenen bir ilişkisel eğilim [relational tilt] sıkça vurgulanmaktadır. Başka bir deyişle, kuramsal yönelimi ne olursa olsun, psikanalistler giderek artan biçimde analitik ilişkinin tedavi edici etkideki katkısını kabul etmeye başlamışlardır.

    Psikanalizin tanımına ilişkin tartışmalar, aynı zamanda psikanalitik epistemolojiye yöneltilen temel eleştirilerle de bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Bu tartışmaların bir kısmı örtüşmekte olup, şu türden soruları içermektedir: 1) Psikanaliz, Hartmann’ın (1939a, 1939b, 1964) savunduğu gibi bir “genel psikoloji” olarak mı tanımlanmalıdır yoksa Kris’in (1947) ünlü biçimde öne sürdüğü gibi, daha dar bir biçimde, örneğin “çatışma açısından ele alınan insan davranışının incelenmesi” olarak mı tanımlanmalıdır? 2) Psikanalizin, klinik gözlemin ötesine geçen soyut bir kurama (metapsikolojiye) ihtiyacı var mıdır? Bu görüşü savunanlar arasında Rapaport ve Gill (1959), Hartmann (1964) ve daha yakın dönemde Shevrin (2003) yer alır. Yoksa psikanaliz, yalnızca bir klinik kuram olarak mı ele alınmalıdır? Bu ikinci görüşü savunanlar arasında ise Schafer (1976), Gill (1976) ve G. Klein (1976) bulunmaktadır. 3) Psikanaliz, Freud’un (1913c, 1925e, 1933c) sıklıkla savunduğu gibi, doğa bilimleri arasında mı yer almalıdır? Yoksa, yoruma dayalı bir disiplin olarak daha iyi anlaşılabileceği için, beşeri bilimler içinde mi sınıflandırılmalıdır? Bu ikinci görüşü savunanlar arasında Spence (1982), Schafer (1983) ve Edelson (1985) bulunmaktadır. Buna karşılık, bazı yazarlar psikanalizin hem bilimsel hem de beşerî yönler taşıyan melez bir disiplin olduğunu öne sürmüşlerdir (Ricoeur, 1970; Gill, 1976; L. Friedman, 2000). Bilişsel sinirbilim alanındaki gelişmeler, örneğin “bilinçdışının yeniden keşfi”, psikanaliz üzerinde, bilinçdışı süreçleri incelemeye yönelik kendine özgü yaklaşımını tanımlama konusunda ek bir baskı oluşturmaktadır (Kihlstrom, 1995). Postmodern felsefedeki gelişmeler ise, psikanalitik verinin ve bilgilenmenin doğasına ilişkin daha temel düzeyde sorgulamalar ortaya koymakta ve bu alana yönelik epistemolojik zorluklar getirmektedir.

    Son olarak, mesleki alanda şu konularda da yoğun tartışmalar bulunmaktadır: psikanalist unvanının nasıl tanımlanıp düzenlenmesi gerektiği ve psikanalitik eğitimin en iyi nasıl örgütlenip denetlenmesi gerektiği.

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Psychoanalysis. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 207).

  • Anksiyete Nedir?

    Anksiyete [anxiety], insanlara özgü evrensel bir duygudur ve tehlike beklentisi ile kaygılı bir öngörünün hoş olmayan yaşantısıyla karakterizedir. Anksiyete, çoğu zaman kalp ve solunum hızında artış, terleme, titreme, baş dönmesi, kas gerginliği ve gastrointestinal rahatsızlık gibi fizyolojik belirtilerle birlikte görülür. Tam bir çaresizlik, dehşet ve felaket duygularıyla birlikte çok sayıda ve şiddetli fizyolojik anksiyete belirtileriyle karakterize olan yoğun anksiyete durumlarına panik atağı [panic attack] adı verilir. Psikanalizde, genel psikiyatri literatüründe olduğu gibi, bilinçdışı içsel tehlikelerle ilişkili olarak yaşanan anksiyete [anxiety] ile bilinçli olarak tanınan gerçekçi dış tehditlerle ilişkili olarak yaşanan korku [fear] arasında bir ayrım yapılır.

    Anksiyete, psikanalitik psikolojide, özellikle çatışma kuramında merkezi bir rol oynar; hem normal hem de patolojik işleyişte savunmaları harekete geçiren bilinçdışı, hoş olmayan bir duygulanım (aynı zamanda sinyal anksiyetesi [signal anxiety] olarak da adlandırılır) olarak tanımlanır. Ayrıca anksiyete, psikanalizde duygulanım kuramının tarihinde özel bir yer tutar; çünkü Freud ile başlayarak uzun yıllar boyunca duygulanıma ilişkin kuramsal tartışmalar neredeyse her zaman anksiyete üzerine odaklanmıştır. Anksiyete, psikanalitik tedavide merkezi bir rol oynar; zira birçok hasta, anksiyetenin belli bir bilinçli yaşantısıyla başvurur. Dahası, her hastanın çocukluğun evrensel anksiyeteleriyle nasıl başa çıktığına dair özgül öyküsü, her analizde önemli bir yer tutar. Psikanalitik tedavinin burada ve şimdisinde analistler, anksiyeteyi altta yatan çatışmanın bir göstergesi olarak dikkatle izlerler.

    Daha 1894 yılında Freud (1894d), kaynağını kusurlu/eksik [faulty] cinsel uygulamalardan alan ve “güncel/hakiki nevrozlardan [actual neurosis]” biri olarak sınıflandırdığı bir anksiyete nevrozu [anxiety neurosis] sendromunun ayırt edilmesi gerektiğini savunmuştur. 1909 yılında ise Freud (1909c), Stekel’in ardından, bastırılmış libidonun psikonevrozlarda anksiyeteye dönüşebileceğini öne sürmüştür. Freud ayrıca Küçük Hans vakasında, boşaltılamamış libidodan kaynaklanan anksiyeteyi bağlamak üzere fobiler gibi başka belirtilerin nasıl işlev görebileceğini (anksiyete histerisinde [anxiety
    hysteria
    ] olduğu gibi) de açıklamıştır. Belirti oluşumuna dair bu kuram, sıklıkla Freud’un birinci anksiyete kuramı [first theory of anxiety] olarak anılmıştır ve zihnin topografik modeli ile libido kuramına dayanır; bu modele göre anksiyete (hoşnutsuzluk [unpleasure]), doyurulmamış ya da “tutuklu kalmış [dammed up]” libidonun birikmesinden kaynaklanır.

    Zihnin yapısal modelinin geliştirilmesi, kuramda birçok değişikliği beraberinde getirmiştir; bunlar arasında Freud’un ikinci anksiyete kuramı [second theory of anxiety] da yer alır. Bu yeni kuramda anksiyete artık boşaltılamamış libidonun yan ürünü olarak değil, tehlikeyi öngören etkin bir egonun ürettiği bir yanıt olarak ele alınmıştır. Bu kuramda Freud (1926a), iki tür anksiyete tanımlamıştır. Otomatik anksiyetede [automatic anxiety], “dürtü uyarımı”nın [drive excitation] aşırı bir şekilde içeri akışı “uyaran bariyeri”ni [stimulus barrier] aşarak travmatik bir durum yaratır; doğum, bu travmatik anksiyete [traumatic anxiety] durumunun prototipi olarak kabul edilir (Rank, 1924). Zamanla ego, cinsel ve saldırgan arzuların (dürtülerin) oluşturduğu tehlikeyi öngörebilme kapasitesi geliştirir ve geçmişten hatırlanan travmatik anksiyetenin hafifletilmiş, bilinçdışı bir versiyonu olan bir anksiyete sinyali üretir. Bu sinyal anksiyetesi, tehlikeyi uzaklaştırmaya yönelik savunmaları harekete geçirir; bu savunmalar ise anksiyeteyi azaltır ya da başarılı olduklarında tamamen ortadan kaldırır. Arzu ile savunma arasındaki bu uzlaşma oluşumu [compromise formation] bir semptom/belirti [symptom] olabilir ya da olmayabilir. Bu kuramda, uyanık yaşamda ya da anksiyete rüyaları [anxiety dreams] olgusunda ortaya çıkan belirgin anksiyete [manifest anxiety], savunmaların (ve/veya semptomların) anksiyeteye karşı tam bir koruma sağlayamadığının bir göstergesidir.

    Freud’un ikinci anksiyete kuramı, psikanalitik duygulanım kuramında köklü bir değişimi işaret etmiştir; çünkü bu kuramla birlikte anksiyete artık yalnızca doyurulmamış dürtülerin bir yan ürünü olarak değil, belirli bir durumun duygusal anlamına karşı egonun ürettiği değerlendirme temelli bir yanıt olarak kavramsallaştırılmıştır. Buna ek olarak, anksiyete artık yalnızca bir psikopatoloji olarak görülmemiş, arzular ile tehlike korkuları arasındaki kaçınılmaz çatışmayı yansıtan evrensel bir insan deneyimi olarak kabul edilmiştir. İkinci anksiyete kuramı, anksiyeteye (ve genel olarak çatışmaya) yalnızca belirti oluşumunda değil, tüm psikolojik yaşantıda merkezi bir rol atfeden bir bakış açısının önünü açmıştır. Gerçekten de psikanaliz, bireyin hangi özgül anksiyetelere duyarlı olduğu ve bu anksiyetelerle başa çıkma stratejileri kadar, bu anksiyetelerin kişinin semptomlarının ve karakterinin en önemli belirleyicileri arasında yer aldığını kabul eder.

    Anksiyete ve çatışmanın anlaşılmasına yönelik bir başka katkı olarak Freud (1926a), erken çocukluk döneminde anksiyeteyi tetikleyen ve savunmaları başlatan tipik ya da evrensel “tehlike durumları”na [danger situations] ilişkin gelişimsel bir sıralama ortaya koymuştur. Bu tehlike durumları arasında sevilen nesnenin kaybı, bu nesneden gelen sevgi ve onayın yitirilmesi, bedensel zarar ya da hasar korkusu biçiminde görülen kastrasyon/hadım edilme anksiyetesi [castration anxiety] ve son olarak, ebeveynin onaylamamasının içselleştirilip yapısallaşmasıyla ortaya çıkan süperego ve/veya suçluluk korkusu [fear of the superego and/or guilt] (ahlaki anksiyete [moral anxiety]) yer alır.

    Daha sonraki psikanalistler, Freud’un tanımladıklarına ek olarak başka tipik anksiyete türlerini de tanımlamışlardır. Bunlar arasında ayrılma anksiyetesi [separation anxiety] (Bowlby, 1960b), yabancı anksiyetesi ya da sekizinci ay anksiyetesi [stranger anxiety or eight month anxiety] (Spitz, 1950), [daha çok psikolojik olarak] yokolma anksiyetesi [annihilation anxiety], zulmedici/zarar görme anksiyetesi [persecutory anxiety] ve depresif anksiyete [depressive anxiety] (Klein, 1935), dağılma anksiyetesi [disintegration anxiety] ya da parçalanma anksiyetesi [fragmentation anxiety] (Kohut, 1966) ile bağlanma, nesnenin güvenliği, ayrılma-bireyleşme süreci ve kendiliğin bütünlüğünü koruma gibi kaygılarla ilişkili, özel bir adı olmayabilecek daha pek çok anksiyete türü yer almaktadır. Bu tehlikelerin her biri gelişimsel olarak belirli evrelere özgü olsa da, yetişkin zihninde eşzamanlı olarak var olabilirler. Gerçekten de, yaşam döngüsü boyunca erken çocukluk dönemine ait bir tehlikeyi çağrıştıran herhangi bir olay anksiyeteyi tetikleyebilir ve savunmaların ya da/veya semptom oluşumunun ortaya çıkmasına yol açabilir. Öte yandan, neredeyse her türlü anksiyetenin hemen her türlü zihinsel temsilde sembolik olarak ifade bulabilmesi gerçeği, anksiyetenin (ya da herhangi bir semptomun) örtük anlamını belirsizleştirebilir. İçeriği olmayan gibi görünen anksiyete ise bazen serbest dolaşan anksiyete [free-floating anxiety] olarak adlandırılır.

    Freud’un tipik korkular listesine yenilerini eklemenin yanı sıra, Freud sonrası analistler çocukların anksiyeteye tahammül etme kapasitesini [anxiety tolerance] nasıl geliştirdiğine (Zetzel, 1949) ya da anksiyeteye tahammülsüzlükten [anxiety intolerance] nasıl muzdarip olduklarına (Krystal, 1975) odaklanmışlardır. Bir ego gücü [ego strength] olarak kavramsallaştırılan anksiyete toleransı, anksiyeteyle başa çıkarken kullanılan savunma stratejileriyle birlikte, çocuğun mizacı, egonun olgunluk düzeyi ve önemli bakımverenlerle yaşanan yatıştırıcı etkileşimlerin içselleştirilmesi gibi birçok etmene bağlıdır. Her bireyin anksiyeteyi nasıl yönettiği ve anksiyetenin kişinin işlevselliğini bozup bozmadığı, kalıtımsal donanım, kişilerarası yaşantılar, arzular, korkular ve savunmalar arasındaki karmaşık bir etkileşimi yansıtır.

    Sullivan’a (1953a) göre anksiyete her zaman bir “duygusal bulaşma”nın [emotional contagion] sonucudur; çocuk annenin anksiyetesini ya da onaylamayışını deneyimlediğinde ortaya çıkan kişilerarası bir olaydır. Ona göre anksiyete, “tekinsiz duygular”ın [uncanny emotions] dehşetinden, tiksintisinde ve korkusundan anksiyetenin yokluğuna ya da öforiye kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Anksiyete tehdidi, Sullivan’ın savunmalara benzer şekilde tanımladığı “güvenlik işlemleri”ni [security operations] harekete geçirir.

    Anksiyete, psikanalitik psikopatoloji yaklaşımında merkezi bir rol oynar; çünkü her nevrotik semptom, anksiyeteden kaçınma çabasıdır. Savunmalar başarısız olduğunda anksiyete bilinçdüzeyine çıkar ve eğer uzun süreli ya da yoğun olursa, anksiyete bozukluklarında [anxiety disorders] olduğu gibi, patolojik bir nitelik kazanabilir. Anksiyete bozukluklarının biyolojik temelleri kabul edilmekle birlikte, psikanaliz anksiyete durumlarının psikodinamik temellerine ve anksiyete yönetimine katkıda bulunan psikolojik etkenlere vurgu yapar. Psikanalitik literatürde, yaygın anksiyete; agorafobi dâhil fobiler (A. Freud, 1977; Freud, 1926a; H. Deutsch, 1929; B. Lewin, 1952; B. Milrod, 2007); karşı-fobi [counterphobia] (Fenichel, 1939a); ve panik bozukluğu (B. Milrod ve diğerleri, 1997) gibi çeşitli özgül anksiyeteyle ilişkili sendromların ardındaki psikodinamiklere ilişkin tartışmalar yer alır. Psikanalitik Tanı Kılavuzu (Psychoanalytic Diagnostic Manual – PDM Task Force, 2006), anksiyöz kişilik bozukluğu, karşı-fobik kişilik (risk alma ve tehlikeyi yenmeye yönelik davranışlarla karakterize edilir) ve fobik/kaçınan kişilik bozukluğu (korkaklık ve geri çekilme ile karakterizedir) başlıklarına yer verir. Yakın dönemde B. Milrod ve arkadaşları (1997), panik bozukluğun tedavisine yönelik özgül bir psikodinamik yaklaşımı ayrıntılandırmış; ayrıca psikanalitik psikoterapinin panik bozukluğu ve agorafobi için etkili olduğunu ortaya koymuştur.

    Zihne ilişkin genel kuram düzeyinde bazı kuramcılar, psikanalitik “sinyal anksiyetesi” kavramı ile öğrenme kuramındaki “öğrenilmiş beklentiler [learned expectations]” kavramı arasında benzerlikler bulunduğuna dikkat çekmişlerdir. Son yıllarda bilişsel sinirbilimciler, anksiyete dâhil olmak üzere duygulanımların bilişsel işlevlerdeki rolüne giderek daha fazla ilgi göstermektedir. Örneğin, Damasio’nun (1994) “bedensel belirteç hipotezi [somatic marker hypothesis] -bedenin ürettiği hafifletilmiş duygusal yaşantıların zihinsel yaşamın düzenlenmesinde merkezi bir rol oynadığını ileri sürer- Freud’un ikinci anksiyete kuramıyla çarpıcı biçimde benzeşmektedir. Anksiyetenin nörobiyolojik ve psikanalitik modellerini bütünleştirmeye yönelik çabalar, birçok alanda hâlâ sürmektedir (Alexander, Feigelson ve Gorman, 2005; Shear, 2005).

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Anxiety. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 18).

  • Perhiz, Tarafsızlık (Yansızlık) ve Anonimlik Nedir?

    Perhiz [abstinence], Tarafsızlık [neutrality] ve Anonimlik [anonymity], Freud tarafından analiz sürecinin yürütülmesinde önerilmiş üç teknik ilkedir. Perhiz (cinsel ve duygusal doyumdan kaçınma ilkesine dayalı yoksunluk), analistin hastanın aktarım isteklerini fark etmesi ama bu istekleri doyurmaması anlamına gelir. Bu ilkenin amacı şunlardır:

    • Bu isteklerin çok katmanlı ve çok nedenli yapısını anlamak,
    • Daha derinlere bastırılmış isteklerin ortaya çıkmasına olanak tanımak,
    • Bu isteklerin ortaya çıktığı burada-ve-şimdi duygusal ve zamansal bağlamı daha iyi kavramak.

    Tarafsızlık ya da teknik tarafsızlık [technical neutrality] (Kernberg, 1976b), analistin hastanın çatışmalarını analiz ederken ego, id ve süperego arasında “eşit mesafede” bir konum almasını ifade eder (A. Freud, 1936). Tarafsızlık ayrıca şunlara da gönderme yapar:

    • Analistin hastanın zihinsel yaşamına dair yeni kavrayışlara sürekli olarak açık olması (Schafer, 1983),
    • Analistin kendini tutabilmesi ve hastanın özerkliğine duyduğu saygı. Analist bu özerkliği, kendi değerlerini, kişiliğini veya öznel gerçeklik anlayışını hastaya dayatmaktan kaçınarak korur (Hoffer, 1985).

    Anonimlik, analistin kendisi hakkında görece az şey açıklamasıdır. Bunun amacı, hastanın aktarım fantezilerinin [transference fantasies] gelişebileceği yeterli bir belirsizlik ortamı sağlamaktır.

    Perhiz, tarafsızlık ve anonimlik, psikanaliz tarihinde her zaman önemli olmuştur; çünkü Freud bu konulardan yalnızca bir kez söz etmiş olsa da, bu konular analistin teknik duruşunun temelini oluşturmuşlardır. Bu ilkeler, analitik tedavinin çerçevesini oluşturur; böylece terapötik etki, göreli bir nesnellik konumundan yapılan yorumlara dayanır. Bu çerçeve, aktarım, direnç, dinamik bilinçdışı ve serbest çağrışım gibi psikanalitik ilkeleri öne çıkaran bir zihin modelini de destekler.

    Bu ilkeler aynı zamanda, psikanalizin terapötik etkisi, analistin epistemolojik konumu, analist/hasta etkileşimi ve bu etkileşimin psikanalitik veriler üzerindeki etkisi gibi temel psikanalitik kavramlarla da doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle, perhiz, tarafsızlık ve anonimlik yoğun, hatta zaman zaman kutuplaştırıcı tartışmalara konu olmuştur; zira psikanalitik durumun ve psikanalizin terapötik etkisinin farklı biçimlerde kavramsallaştırılmasına zemin hazırlamışlardır. Tüm bu tartışmalara rağmen, perhiz, tarafsızlık ve anonimlik psikanalitik teknik kuramında hâlâ merkezi ama tartışmalı bir rol oynamaya devam etmektedir.

    Freud (1915a), tarafsızlıktan yalnızca bir kez söz etmiş, ancak kavramı açıkça tanımlamamıştır; bununla birlikte, tarafsızlığı, analistin hastanın aktarım aşkına [transference love] karşı kendi duygularını baskılama gerekliliğiyle ilişkilendirmiştir. Tarafsızlık, ayrıca Freud’un analistin kendisini bir cerrah gibi modellemesi gerektiği yönündeki uyarısında da örtük olarak yer alır; analist “…tüm duygularını, hatta insani merhametini bile bir kenara koymalıdır…” (1912b). Freud burada analistlerin ilgisiz ya da kayıtsız olmalarını değil “terapötik ihtiraslarını [therapeutic ambition]” dizginlemelerini, çünkü hastanın iyileşmesine yönelik kendi duygusal yatırımlarının direncin ele alınışına zarar verebileceğini ifade etmiştir.

    Freud hiçbir zaman anonimlik terimini kullanmamıştır; bu terimi ilk kez kullanan kişi Gitelson’dur (1952’de). Ancak Freud, “doktor hastalarına karşı opak olmalı ve bir ayna gibi, yalnızca kendisine gösterileni hastaya göstermelidir” (1912b) şeklinde bir öneride bulunmuştur. Freud’un ayna metaforu, analistin aktarım yansıtması [transference projection] için boş bir ekran olarak kalmasını sağlamak amacıyla değil -ki “boş ayna [blank screen]” ifadesini ilk kez J. Glover 1926’da kullanmıştır- aksine, analistin kendi özel hayatına dair mahrem ayrıntıları paylaşmaktan kaçınarak, hastaların kendilerini açma konusundaki dirençlerini aşmalarına yardımcı olacak bir teknik olarak geliştirilmiştir. Freud’un tutumu, psikanalizi o dönemdeki telkin kullanan ya da terapistin otoritesine ve/veya kişiliğine dayanan diğer çağdaş terapilerden ayırma arzusuyla şekillenmiştir (Makari, 1997).

    Freud’un perhiz ile ilgili önerileri, onun libido kuramına dayanmaktadır. Freud, analiz çalışması için gerekli olan psişik enerjinin, eğer hasta semptomlarının kısmen doyurduğu bastırılmış arzular için “ikame doyumlar [substitute gratifications]” bulursa, kullanılamaz hâle geleceğini öne sürmüştür. Bu nedenle Freud, bu arzuları doğrudan ya da sembolik olarak doyurduğuna inandığı davranışları hem analiz ortamında hem de hastanın günlük yaşamında açıkça yasaklamıştır. Ayrıca, analiz sürecinde ve dışında yaşanan mahrumiyetlerin, hastanın başlangıçta rahatlama arayışıyla başvurduğu acıyı muhafaza ettiğine ve böylece tedaviye yönelik motivasyonu sürdürdüğüne inanmıştır (1919a).

    Dikkat çekicidir ki Freud, analistin bazı davranışlarını yasaklamış olsa da, analistin ne yapması gerektiği konusunda doğrudan bir açıklama getirmemiştir. Dahası, kendi teknik uygulamaları da görünüşe göre kendi koyduğu yasaklarla çelişmektedir (Lipton, 1977). Freud, belirli aktarım durumlarına verdiği yanıtları, hastalarıyla olan sıradan insani ilişkilerinden ve spontanlığından ayırmıştır. Son olarak, Freud’un perhiz, tarafsızlık ve anonimlik kavramsallaştırması, bu terimlerin günümüzdeki anlamlarından belirgin biçimde farklıdır.

    Perhiz, tarafsızlık ve anonimlik gibi teknik ilkelere verilen önemin ışığında, bu ilkelerin açıklanmasını izleyen on yıllarda bu konular üzerine görece az tartışma ve değerlendirme yapılmış olması dikkat çekicidir. Bu durumun önemli bir istisnası Ferenczi’nin çalışmalarında görülür. Ferenczi’nin (1919, 1920) ilk teknik yeniliği olan “aktif teknik [active technique]” Freud’un libido kuramına dayanıyordu. Ancak Freud’un önerdiği teknikteki daha az yönlendirici analist tasvirinin aksine, Ferenczi hastalarına hem yasaklar getiriyor hem de doğrudan yönlendirmelerde bulunuyordu. Onun yasaklamaları, bilinçdışı olarak eyleme konan örtük dileklerin doyumunu engelleyerek tedavi için gerekli libidinal enerjiyi erişilebilir kılmayı amaçlıyordu; yönlendirmeleri ise, erken dönem dileklerin yeniden yapılandırılmasını kolaylaştırmak için bilinçli olarak doyum sağlayan davranışların gerçekleştirilmesini teşvik ediyordu.

    Ferenczi’nin (1930, 1931) tartışmalı ikinci grup yenilikleri, Freud’un önerdiği analitik çerçevenin neredeyse tam tersi bir analiz ortamı kurdu. Ferenczi, tekniğinin merkezine hayal kırıklığı [frustration] ya da mahrumiyeti [deprivation] değil, “müsamaha”yı [indulgence] yerleştirdi. Analistin açıkça sıcak ve analitik çerçeve konusunda “rahat [relaxed]” bir tutum sergilediği durumlarda hastaların çok daha geniş bir duygu yelpazesini ifade edebildiklerini savundu. Örneğin, analistin hastaların kendilerini durmaya hazır hissedene kadar seansta kalmalarına izin vermesi gibi uygulamalarla, bu yaklaşımın kolaylaştırıldığını savundu. Ayrıca, analistin alışılmış duruşu aşırı ölçüde yasaklayıcı ebeveynleri andırırsa, hastanın geçmişini hatırlamak yerine onu tekrarlama olasılığının daha yüksek olacağını da ileri sürdü.

    Ferenczi, analitik aynanın [analytic mirror] yerine kendini açan [self-revealing] bir tutum benimsedi, teknikle ilgili hatalarını kabul etti ve bir noktada hasta ile analistin birbirini analiz ettiği bir yöntemle denemeler yaptı. Ferenczi’nin tekniği Freud’un anlayışına radikal bir meydan okuma niteliği taşımasına rağmen, sonraki elli yıl boyunca bu teknik literatürde aktif şekilde ele alınmadı. Bunun yerine, özellikle 1930’lardan 1960’lara kadar bazı analistler Freud’un teknik ilkelerini katı kurallar gibi yanlış biçimde uygulayarak otoriter ve soğuk bir psikanalitik tedavi biçimi ortaya koydular.

    Perhiz, tarafsızlık ve anonimlik ilkelerine ikinci büyük meydan okuma, Franz Alexander’ın (1950a) “düzeltici duygusal deneyim [corrective emotional experience]” kavramını terapötik olarak kullanmasıyla gündeme gelmiştir. Bu yaklaşımda analist, hastanın aktarımını yorumlamak yerine, hastanın erken dönem nesnelerine atfettiği patojenik tutumları dengelemek amacıyla bilinçli olarak karşıt bir tutum benimser.

    Bu yaklaşıma karşılık olarak, K. Eissler (1953), psikanalizin temel teknik aracının yorumlama [interpretation] olduğunu savunmuş ve daha tatmin edici etkileşimleri içerebilecek bu tür teknik değişikliklerin yalnızca sınırlı ve geçici şekilde kullanılması gereken “değişkenler [parameters]” olduğunu belirtmiştir.

    Eissler’e yanıt veren Stone (1961) ise, aktarım arzularına ek olarak, hastaların analistin tutumunun insani olarak nazik ve yardımcı olacağına dair makul beklentileri bulunduğuna dikkat çekmiştir.

    Yirminci yüzyılın ortalarında, analitik durumun duygulanımsal [affective] atmosferine, psikanalitik tedavide empatinin rolüne ve yardım arayan bir hasta ile yardım sunmak isteyen bir analist arasındaki aktarım dışı duygusal ilişkide yer alan örtük hazlara [implicit gratifications] yönelik ilgi giderek artmıştır. Bu ilişki, Greenacre’in “matriks aktarım”ı [matrix transference], Gitelson’un “diyastrofik tutum”u [diatrophic attitude]”, Modell’in “kucaklayan çevre [holding environment] ve Loewald’ın analisti “yeni nesne [new object]” olarak tanımladığı anlatımlarda anne/çocuk [anne-çocuk ikilisi] terimleriyle ele alınmıştır. Greenson, aktarım dışı [nontransferential] hasta-analist ilişkisinin iki yetişkin arasında paylaşılan karşılıklı saygı ile karakterize edildiğini ve bunun “gerçek ilişki [real relationship]” olduğunu yazmıştır. Aktarımsal olmayan yönlere yönelik bu ilgi, sınır [borderline] ve narsisistik hastaların tedavisiyle de artmıştır. Perhiz, tarafsızlık ve anonimlik ilkelerinin önceki kuşak analistler tarafından yanlış uygulandığı ve yorumlayıcı tekniğe dayalı psikanalitik bir tedavinin duygusal olarak ilgili bir psikanalist tarafından da yürütülebileceği konusunda genel bir fikir birliği oluşmuş olsa da, bu teknik ilkelerin 1980’lere kadar yeniden ele alınmasına yönelik pek az girişim olmuştur.

    Günümüz psikanalizinde, perhiz ilkesi, aktarımın özgün biçimde deneyimlenebileceği bir yanılsama olarak sürdürülebilmesi için hastanın yeterince ulaşılabilir bir analiste ihtiyaç duyduğu anlayışı doğrultusunda yeniden ele alınmıştır. Örneğin L. Friedman (1982), analitik durumu “cezbetme ve erişilmezliğin tuhaf bir karışımı” olarak tanımlamıştır. Fox (1984) ise, analitik ortamın, hastanın aktarımını hem ifade edebilmesi hem de bunun analiz edilebilmesi için haz [gratification] ve yoksunluk [frustration] arasında “optimal bir gerilim” gerektirdiğini öne sürmüştür.

    Anonimlik ilkesi, analistin öznel yaşantısının analiz sürecine bilinçdışı yollarla -örneğin rol duyarlılığı [role responsiveness] (J. Sandler, 1976a) ve sahneleme [mizansen, canlandırma/enactment] (Chused, 1991) gibi- dâhil olduğuna dair artan farkındalıkla birlikte yeniden şekillendirilmiştir.

    Analistlerin çoğu, aktarımın analizine odaklandıkları için kasıtlı kendini açmalarda [self-disclosure] temkinli davranmaya devam etmektedirler. Ancak bazı analistler, bu türden kendini disipline edici tutumlara eleştirel yaklaşmışlardır.

    Renik (1995), analistin klinik tercihlerinin kaçınılmaz olarak kendisini açığa vurduğunu ve bu tercihlerinin hastalar tarafından gözlemlendiğini belirtmiştir. Analistin anonimlik idealini yansıtması durumunda, hastanın bu gözlemlerini paylaşmaktan kendini alıkoyabileceğini savunmuştur. Ayrıca anonimlik ilkesinin, analistin nesnel bir gözlemci olduğu izlenimini güçlendirdiğini ve bunun da iyatrojenik [iatrogenic/insan eliyle oluşan, (hekim tedavisi sonucu) kazara ortaya çıkan] bir idealleştirmeye yol açabileceğini ifade etmiştir. Bu nedenle Renik, analistlerin hastalarıyla iş birliği yapmalarını, hatta hastaların, analistin yöntemlerine dair görüşlerini paylaşmalarına alan açmalarını önermiştir.

    Toplumsal yapısalcı [social-constructivist] bir bakış açısından I. Hoffman (1983), analistin anonim kalmasının mümkün olmadığını öne sürmüştür. Hoffman, analistin kendini açma konusundaki tutumu ne olursa olsun, hastanın analist üzerinde bir etkisi olduğunu varsaydığını ve analistin davranışlarını bu etkinin sürekli ama belirsiz bir göstergesi olarak algıladığını vurgulamıştır. Bu nedenle, hastanın aktarım yaşantısı bütünüyle intrapsişik bir deneyim olup analiste yansıtılan bir durum değildir; bunun yerine, hastanın, analistin kendisine verdiği gerçek tepkilere yönelik seçici dikkati ve yorumlarının bir sonucudur.

    Tarafsızlık ilkesi, zaman içinde belirsizlik yükü taşımıştır. Geçmişte bu ilke hem perhiz hem de anonimlik ile karıştırılmış ve böylece, tarafsızlık, analiz sürecinin sonucuyla ilgilenmeyen, tepkisiz, duygusuz ve ilişkisiz bir analist stereotipiyle özdeşleştirilmiştir.

    Ego psikolojisi geleneğinden teorik katkı sunan birçok analist arasında günümüzde bir uzlaşı ortaya çıkmıştır; bu analistler, tarafsızlık kavramına açıklık getirmiştir. Schafer (1983), Poland (1984), Hoffer (1985), S. Levy ve Interbitzen (1992) ile Boesky (Makari, 1997 tarafından aktarılır) gibi yazarlar, tarafsızlığın bir dış görünüşü ya da tavrı [demeanor] değil bir tutumu [attitude] tanımladığını vurgulamışlardır. Tarafsız konum, analistin hastanın zihinsel yaşamının tüm yönlerine ilgi göstermesiyle ve hem hastanın hem de analistin anlayışını sınırlayabilecek herhangi bir ön yargıdan ya da erken hükümden kaçınmasıyla kendini gösterir; bu tarafsızlık, hastanın kendisiyle ve başkalarıyla ilgili görüşlerini sorgusuz sualsiz kabullenmekten kaçınmayı da içerir.

    Tarafsızlık, aynı zamanda analistin kendi değer yargılarının, muhakemelerinin ya da kendi duygusal yaşamının çarpıtıcı etkisinin analitik sürece sızmasını sınırlandırma çabalarında da kendini gösterir. Poland ve Hoffer, analistin nesnel bir gözlemci olmadığını vurgulamışlardır; analistin öznel deneyimi kaçınılmaz olarak analize dâhil olur. Bu nedenle, tarafsızlığı sürdürebilmek, analistin sürekli olarak kendini analiz etmesini gerektirir. Poland, analistin kurama olan bağlılığının tarafsızlığını zedelediğini de kabul etmiştir.

    Boesky ise, analistin hastanın direncine yaptığı kaçınılmaz bilinçdışı katkıları tanımlamıştır. Tarafsızlık, analistin kendi üzerine düşünme [self-reflection] yoluyla dönmeye çalıştığı “kurgusal [fictional]” bir noktayı temsil eder; tarafsızlık tam anlamıyla sürdürülemese bile, bu kavram analisti ondan uzaklaşmaya yönelik sürekli çekime karşı uyanık tutar.

    Son olarak, Poland ile Levy ve Interbitzin, analistin analiz sürecinin sonucuna karşı tarafsız olmadığını netleştirmiştir; analist hastaya yardım etmek ister ve terapötik bir niyetle çalışır.

    İlişkisel kuramın, ego psikolojisi kökenli bu çağdaş tarafsızlık anlayışına getirdiği eleştiri, analistin, aktarım/karşıaktarımın etkileşimsel matrisi içindeki sürekli katılımını ve hastanın bu katılımın farkına varma potansiyelini yeterince önemsememesidir.

    I. Hoffman (1996), analitik ilişkinin asimetrisi ve ritüelinin analiste bir “ahlaki otorite” kazandırdığını yazmıştır; bu otorite incelense bile tamamen ortadan kaldırılamaz ve bu nedenle analistin bilinçli ve bilinçdışı değerleri kaçınılmaz olarak hastanın seçimlerine katılır.

    Aron (1991), analistin aktarım/karşıaktarımdaki katılımı üzerine düşünmesinin önemli olduğunu, ancak eğer analist hastanın kendisine dair gözlemlerini sormazsa, kendi öznel ve tarafsız olmayan katılımının tamamen farkında olamayacağını belirtmiştir.

    Son olarak, postmodern felsefeye dayanan bazı psikanalitik paradigmalar, nesnel bilgi [objective knowledge], hakikat [truth] ve gerçekliğe uygunluk [correspondence to reality] kavramlarının tüm temel varsayımını sorgularlar.

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Abstinence, Neutrality, and Anonymity. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 1).

  • Abreaksiyon Nedir?

    Abreaksiyon [boşalımabreaction] ve katarsis [arınmacatharsis], Breuer tarafından ortaya atılmış ve Freud ile Breuer’in, psikanaliz öncesi dönemde histerik hastaları tedavi ederken kullandıkları terimlerdir. Bu terimler, travmatik bir anıya eşlik eden duygulanımın konuşma yoluyla boşaltılması sürecini tanımlamak için kullanılmıştır. Her ne kadar bu terimlerin önemi daha çok tarihsel bağlamda değerlendirilse de, duygulanımla yüklü anıların geri getirilmesi ve geçmişin duygusal olarak sahici biçimde yeniden ele alınması, psikanalitik sürecin hâlâ değerli yönlerindendir.

    Abreaksiyon – Boşalım

    Unutulmuş ya da bastırılmış anı ya da deneyimlerin bilinçdışından bilince getirilmesine, eşzamanlı olarak duyguların açığa çıkmasına (release), kaygı ve gerilimin boşalımına (discharge) ilişkin süreç. Psikanalizde, abreaksiyon, bastırılmış olanları bilince getirme, bu sırada duyguları açığa çıkarma ve bunları katartik bir şekilde ortadan kaldırmada kullanılır.

    Karakaş, S. (2017). Prof. Dr. Sirel Karakaş Psikoloji Sözlüğü:
    Bilgisayar Programı ve Veritabanı – www.psikolojisozlugu.com (sürüm: 5.2.0/2022)

    Bu terimlerin ilk kullanımı, “Histeri Üzerine Çalışmalar [Studies on
    Hysteria
    ]” (Breuer ve Freud, 1893/1895) adlı eserde yer almıştır. Psikanalizin bu erken döneminde Freud (Breuer’i takip ederek), histerinin -özellikle konversiyon histerisinin- travmatik ve duygulanımla yüklü anıların bastırılmasından kaynaklandığını öne sürmüştür. Bu bastırma, duygulanımın boşaltılmasını engellemekte ve bu duygulanımın fiziksel semptomlara dönüşerek konversiyon [conversion] yoluyla ifade bulmasına yol açmaktadır. Breuer ve Freud, histerik semptomların bu anıların hipnoz yoluyla ya da terapistin yönlendirmesiyle ortaya çıkarılması sayesinde ortadan kaldırılabildiğini gözlemlemişlerdir. Bu sayede anıya eşlik eden duygulanımlar konuşma yoluyla boşaltılabilir (abreksiyon) ve bu sürecin başarılı bir şekilde gerçekleşmesi sonucunda bir katarsis (Yunanca “arınma [purification]” ya da “temizlenme [purging]”) meydana gelir. Bu nedenle Breuer ve Freud, psikanalizin bu öncü terapötik yaklaşımını “katartik yöntem [cathartic method]” olarak adlandırmışlardır.

    Freud daha sonra bu tedavi yönteminin sınırlılıklarını kabul etmiş ve patogenez kuramı travmadan çatışmalı dürtülere kaydığında, tedavi yaklaşımı da hipnozdan serbest çağrışım ile aktarım ve direncin analizine evrilmiştir; böylece abreksiyon ve katarsis psikanalizin terapötik etkisinde merkezi bir rol oynamaktan çıkmıştır. 1930’lardan 1960’lara kadar olan dönemde abreksiyon terimi psikanalitik literatürde yer aldığında, genellikle Ferenczi’nin aktif terapisi [active therapy] (Fenichel, 1939b) ya da Alexander ve French’in dinamik psikoterapisi [dynamic psychotherapy] (E. Bibring, 1954) bağlamında yapılan eleştiriler içerisinde yer almıştır.

    Kaynak:

    American Psychoanalytic Association. (2012). Abreaction. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 1).