“Savunma (defense)” terimi, egonun nevroza yol açma potansiyeline sahip çatışmalar karşısında kullandığı tüm teknikleri ifade eder. Freud’un bu terimi ilk kullandığı anlamda, savunmalar bilinçdışıdır; çünkü bir dürtü ile ego arasında ya da bir algı veya temsil (anı, fantezi vb.) ile ahlaki zorunluluklar arasında ortaya çıkan çatışmadan kaynaklanırlar. Savunmaların işlevi, anksiyete ve hoşnutsuzluktan kaçınarak psişik bir denge durumunu desteklemek ve sürdürmektir. Savunma kavramı, Freud’un gerçeklik ilkesine ve süperego’ya önemli bir rol atfetmesiyle birlikte bir ölçüde genişlemiştir. Melanie Klein ise, savunmaların ilkel bir egonun içinde var olduğu yönünde daha köklü bir görüş geliştirmiştir.
Freud, Wilhelm Fliess’e yazdığı 21 Mayıs 1894 tarihli mektubunda, nevrozlara ilişkin yorumunu ele alırken, ruhsal çatışma kavramıyla bağlantılı olarak savunma kavramını ortaya koymuştur: “Bastırılan şey her zaman cinselliktir” (1985c [1887–1904], p. 75). Anksiyetenin ortaya çıkışıyla ilgili olarak, cinsel gerilimin ruhsal olarak işlenmediğinde anksiyeteye dönüştüğünü ve böylece duygulanıma (affect) dönüştüğünü ileri sürdü. Freud, bu olguyu başka etkenlerin yanı sıra ruhsal cinselliğin (psychic sexuality) bastırılmasına, yani bir savunmaya, atfetmiştir. Freud, Fliess’e yazdığı 30 Mayıs 1896 tarihli mektubunda bastırmayı savunmayla ilişkilendirmiş ve şu vurguyu yapmıştır: “Yalnızca cinselliğin fazlalığı bastırmaya neden olmak için yeterli değildir; savunmanın iş birliği gereklidir” (s. 188).
Freud, “Savunmanın Nöropsikozları Üzerine Ek Görüşler (Further Remarks on the Neuro-psychoses of Defence)” (1896b) adlı çalışmasında, savunmayı dürtü ile bastırmanın bilinçli faili (agent) olan ego arasındaki çatışmadan kaynaklanan bir süreç olarak ele alarak analizini derinleştirmiştir. Freud, savunmayı nevrozların ruhsal mekanizmasındaki “çekirdek nokta (nuclear point)” (s. 162) olarak değerlendirmiştir. Semptomların nasıl ortaya çıktığına ilişkin olarak, bilinçdışı ruhsal savunma mekanizmasının bir temsilin (representation) ahlaki zorunluluklarla çatışmasından doğduğunu daha açık biçimde ayrıntılandırmıştır.
Freud, “Bastırma”da (Repression) (1915d) savunma mekanizmasının, “bilinçli ve bilinçdışı zihinsel etkinlik arasında keskin bir ayrım meydana gelmeden ortaya çıkamayacağını vurgulamıştır –bastırmanın özü, bir şeyi bilinçten uzaklaştırmak ve onu bilinçten belli bir mesafede tutmakta yatar” (s. 147).
Çok daha sonra (1926d), Freud, “savunma süreci (defensive process)” terimini otuz yıl boyunca terk ettikten ve onun yerine “bastırma (repression)” terimini koyduktan sonra (bu iki kavram arasındaki olası bağlantıyı açık biçimde açıklamadan) (s. 163), “eski savunma kavramını yeniden gündeme getirmek için yeterince geçerli nedenler bulunduğunu” gözlemlemiştir (s. 164). Aslında, Freud terimi hiçbir zaman tamamen terk etmemiştir; çünkü o, kastrasyonun inkârını (her ne kadar başlangıçta “inkâr (denial)” [Verleugnung] terimini kullanmasa da) çocukların cinsellik kuramlarıyla (1908c) ve küçük Hans vakasıyla (1909b) ilişkilendirmiştir. Freud, fetişizmle (1927e) bağlantılı olarak -çalışmalarında merkezi bir rol oynayan bir kavram- ve “olumsuzlama (negation)” (1925h) üzerine makalesinde inkârı daha açık biçimde ele almış; burada inkârı “bastırılmış olana yönelik bir tür entelektüel kabullenme, ancak aynı zamanda bastırmanın özünü oluşturan şeyin varlığını sürdürmesi” olarak tanımlamıştır (s. 236). Dolayısıyla, “bastırılmış bir imgenin ya da düşüncenin içeriği, olumsuzlanması koşuluyla bilince ulaşabilir” (s. 235). Freud ayrıca yüceltme (sublimation) kavramını da ele almıştır; bu kavram, “Leonardo da Vinci ve çocukluk anısı (Leonardo da Vinci and a memory of his childhood)”nda (1910c) zaten yer almakta olup, ego enerjisiyle bağlantılı olarak Ben ve İd’de (The Ego and the Id) (1923b) yeniden ortaya çıkmıştır. Freud, bu enerjinin “bir deseksüalizasyon-yüceltmenin bir türü (a desexualisation-a kind of sublimation)” içerdiğini belirtmiştir (s. 30).
Bu ayrımlar, İnhibisyonlar, Semptomlar ve Anksiyete’den (Inhibitions, Symptoms, and Anxiety) (1926d) önceye dayanmakta olup, Freud’un bu “eski savunma kavramı”na daha önemli bir işlev atfetmesinde ve bastırmanın rolünü sınırlamasında muhtemelen etkili olmuştur. Freud, savunmanın “benliğin, bir nevroza yol açabilecek çatışmalarda başvurduğu tüm teknikler için genel bir adlandırma haline getirilmesini; buna karşılık, araştırmalarımızın yönelimi sayesinde başlangıçta daha iyi tanıdığımız özel bir savunma yöntemi için ‘bastırma’ terimini korumayı” önermiştir (s. 163).
Babası’nın çalışmalarını ilerletme çabası içinde olan Anna Freud, yapısal kuramın üç failinin [id, ego, süperego] nasıl işlediğini ortaya koyacak bir kuram geliştirmeyi amaçladı. Özellikle, egonun dürtülerin saldırısı karşısında nasıl “kuşkulandığını” ve “karşı saldırıya geçerek id’in alanına girdiğini tanımladı. Amacı, kendi sınırlarını güvence altına alacak biçimde tasarlanmış uygun savunma önlemleri aracılığıyla içgüdüleri kalıcı olarak etkisiz hale getirmektir” (1936, s. 8). Böylece Anna Freud’un ruhsal işleyişe ilişkin açıklaması, egonun adaptif işlevlerine belirli bir güç atfetmektedir.
AnnaFreud’un çalışmaları, 1950’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan ego psikolojisi (ego-psychology) akımı tarafından sıkça alıntılanmıştır. Ego psikolojisi akımı içinde Heinz Hartmann, ego kuramını uyum (adaptation) sorunuyla bağlantılı olarak geliştirmiş ve bunu “çatışmadan bağımsız ego alanı (conflict-free ego sphere, 1958, s. 3)” ya da özerk ego (autonomous ego) kavramlarıyla tanımlamıştır. Bu akımda, genel olarak ruhsal işleyiş, savunma ve savunmanın dengesini arayışı açısından değerlendirilir.”
Benzer bir doğrultuda, René Spitz, ilk savunmayı ikinci düzenleyicinin (aylık sekiz aylık anksiyetesi (eight-month anxiety) ya da yabancı anksiyetesi (stranger anxiety)) ortaya çıkışında konumlandırarak, bu savunmaların başlangıçta “terimin dar anlamıyla savunmadan ziyade öncelikle uyuma hizmet ettiklerini” açıklamıştır (s. 164). Nesne sabitlendiğinde (established) ve düşünme süreci başladığında ise işlevleri değişir. Saldırgan ve libidinal dürtülerin birleşmesiyle birlikte, özellikle özdeşim gibi bazı savunma mekanizmaları “yetişkinlikte hizmet edecekleri işlevi kazanırlar” (s. 164).
Anna Freud ilk psikanalitik çalışmalarını yayımlarken, Melanie Klein, ruhsal aygıtın yapılarının çok daha erken dönemde işlev görmeye başladığını öne sürerek Freudcu ortodoksiden ayrılmış ve anksiyete ile ruhsal çatışmaya ruhsal işleyişte yeniden temel bir rol kazandıran bir bakış açısı ortaya koymuştur. Freud’un ikinci dürtü kuramından yararlanan Klein, ölüm dürtüsüne ve sevgi ile nefret (love and hatred) çatışmalara merkezi bir rol atfetmiştir. Böylece, yaşamın ilk aylarında -paranoid-şizoid konum (paranoid-schizoid position) sırasında- zaten var olduklarını düşündüğü erken savunma mekanizmalarına ilişkin görüşlerini geliştirmiştir.
Savunma kavramı, Freud’dan bu yana gelişip kullanıldığı biçimiyle, hem klinik psikolojide hem de psikanalizde bir ölçüde yaygınlaşmıştır. Bu bağlamlarda, kavram ya ruhsal gerçekliği reddeden görece bilinçli bir davranışı ifade eder (ki bu tanım, kavramı direnç kavramına daha yakın hale getirir) ya da uyum sağlama ve bir denge durumuna ulaşma çabasında anksiyeteden ve hoşnutsuzluktan kaçınmaya çalışan bir ruhsal itkidir. Bunun sonucunda, savunmanın ruhsal gelişim için gerekli bir mekanizma olarak işlevi çoğu zaman göz ardı edilmektedir.
Kaynak:
Mijolla, A. de (Ed.). (2005). Defense. İçinde International dictionary of psychoanalysis (s. 373). Detroit, MI: Macmillan Reference USA.
Bir yanıt yazın